Denk Geldikçe Yazarım 2: Oxford – Bölüm 1

Horley’de kaldığım “pansiyon”un servisiyle Gatwick’e döndüm. Oradan Oxford’a bir otobüs bileti aldım ve beklemeye koyuldum. Londra (Gatwick) – Oxford (High Street) arası otobüsle iki saat on beş dakika civarı sürüyor (trenle Londra Paddington’dan 1 buçuk saat). Ne yiyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim açıkçası. Oxford’a iner inmez High Street üzerindeki mekanlara baktım, kafama göre bir şey bulamayacağımı fark edip ara sokaklara girdim, bir mekana oturup sandviç yedim.  Sonra kalacağım yere girişimi yaptım. Cidden kim bilir kaç yaşındaki bina bilmiyorum ama merdivenleri çok dardı ve bin beş yüz kiloluk valizi beşinci kata çıkartmak durumunda kaldım. Bir iki saat uzanıp internette dolaşmam gerekti kendime gelebilmek için.

“Hello Love süreci”

Biraz dinlendikten sonra hazır zamanım varken dolaşayım dedim. Yine dediğim gibi zamandan ve mekandan çok farklı hiçbir şey görmedim. Cidden bir kültür var. Şehir planlama ülke olarak en büyük problemlerimizden biri ve bu konuda ciddi bir kıroluk yerleşmiş durumda. Bu yüzden insan bunları gördükçe hem heyecanlanıyor, hem üzülüyor. Mesela adam yüzlerce yılık tarihi olan şehre KFC açmış, Mc Donald’s açmış, ama öyle bir açmış ki “bu niye bu sokakta?” demiyorsun. 500-600 yıllık binaya büfe açmış adam, ama yadırgamıyorsun, çünkü “güzel açmış” yani. Cidden tarihe feci bir saygı var ve modern yaşamın getirdiği şeyler bile bunu bozamamış.

İlk  gün Christ Church civarı ve o cadde üzerini dolaştım daha çok. Christ Church bir katedral etrafına konuşlanmış, gerçekten “korkunç” büyüklükte bir yer. Etrafında bahçeler, bağlar, parklar, çeşitli oluşumlar var. Saati kaçırdığım için içine giremedim ama bahçe kısmını ve çevresini dolaşma fırsatım oldu. Instagram hesabıma bakarsanız fotolara rahatça ulaşabilirsiniz. Aynı cadde (St. Aldates) üzerinde bilin bakalım hangi pub’a girdim. Tabii ki St. Aldates Tavern. Orada “hello love” kavramına biraz daha entegre oldum. Müşteriysen ve barda duran kişi kadınsa “love”sın, bunu bilir bunu söylerim. Yine arada “sir” çekiliyor, ama genel olarak bar ve pub kültürü “love” ve “mate” üzerine kurulu, hatta seksist bir eğilim de var ama konu bu değil. O pub’da ilk biramı aldığımda paramı ödedim, bardaki kadın biramı uzattı ve “there you go, my love” dedi. “Ne biçim konuşuyosun” dedim. Şaka şaka, demedim tabii, ama bardaki kişi kadınsa siz “love”sınız. Bardaki kişi erkekse “mate”siniz. Gerçekten şehrin her santimetrekaresi bir efsane. İlk gün dolaş dolaş öldüm, ama saat nedeniyle (buraya geleceğim) pek bir yere uğrama fırsatım olmadı maalesef.

Bahsettiğim pub’da hafif holiganlığa kaçan heyecanlarıyla bir miktar İngiliz’le dünya kupasını izledim. Gerçekten bayılıyorlar futbola ve futboldan konuşmaya. Türkiye dışında aynı ortamı başka yerde bulabilir miyim sanmıyorum. Meksika’nın bir maçını izlemeye gelmiş Meksikalı kızlar vardı. Sadece milliyetçilik, vatanseverlik geyiği aslında. Yarım saat ofsayt neydi, şu oldu şimdi ne olacak gibi sorularını cevapladım. Burnu kızarmış İskoç bir adamla Sneijder muhabbeti yaptım, “Türkiye’ye gelirsem beni Galatasaray maçına götür” dedi. Daha birçok insanla tamamen normal bir şekilde rahatça iletişim kurulabilen bir yer. Eve dönmeye yakın saat 10 gibiydi, yolda aldığım sandviçle evime döndüm.

Sonraki gün Jesus College’ın yemek salonunda kahvaltımı yapıp diğer katılımcılarla karşılaştım. Özellikle Asya ve Afrika’dan bu kadar çok ve çeşitli disiplinlerden insanlar olması cidden mükemmel. Ne, nerede, nasıl yapılıyor görmek de cidden mükemmel. Kendimi en uzak bulduğum akademik alanlar bile gözümde büyüyor ve öğrenmek istediğimi hissediyorum. Katılımcıların önemli bir çoğunluğu doktora seviyesinde araştırmacılar. Profesöründen doçentine, avukatından bağımsız araştırmacısına, profesyoneline çeşit çeşit insan var. Açıkçası ilk gün yapılan muhabbetler sonrasında bir an kendimi entelektüel manada tehdit altında hissettim.  Muhabbetler beni açmadığından, alakasız kaldığımdan veya kendimi övmek istediğimden söylemiyorum. Belki web sitemdeki CV’mden örneklerini bulabileceğiniz gibi şimdiye kadar bulunduğum, okuduğum, çalıştığım yerlerde hep çok başarılı, hep çok değerli insanlarla çevriliydim, ama burası cidden çok iyi oldu, çok da güzel iyi oldu, tamam mı? Gerçekten biliyorsunuz, kendimi övmeyi falan da çok severim, ama bunu kendimi övmek için söylemiyorum, diğer genel çevremi yermek için de söylemiyorum, ama hayatımda ilk defa istisnasız hepsi bu düzeyde ya da üstünde olan insanların bu kadar küçük bir ekosistemde bir araya geldiklerine şahit oldum, kapabildiğimi kapmaya çalışıyorum. Belki benim eksikliğimdir. Şimdiye kadar kısıtlı zamanda çok şey öğrendim, eminim geri kalan bir haftada da çok şey öğreneceğim. Yazının geri kalanını Türkiye’ye dönünce yazarım.

Neyse… Dediğim gibi burası Horley gibi küçük bir kasaba değil, dolayısıyla insanlar yabancılarla iletişime biraz daha açık. Nüfusun ciddi bir oranı İngiliz değil. Şehir olarak küçük sayılabilir ama kültürel ve akademik yoğunluk açısından bir cennet. İstanbul’da günlerce gezip ısrarla uğraşarak zoru zoruna denk geldiğin kalibrede tarihi, kültürü, güzelliği, şehri burada evden çıkıp bakkala giderkenki iki yüz metrelik mesafede tesadüfen görüyorsun. Sokak sanatçılarıyla muhabbet ediyorsun, sen etmesen onlar seninle ediyorlar. Pubda, barda, kafede, sokakta herhangi bir iletişimde bulunduğun insan sana nereli olduğunu, ne yaptığını sorup muhabbet açabiliyor. Herkes turist ya da turist gibi, herkes herkesle ilgili, yerlisi de çok sıcak, eskisi de, yenisi de.

Sanırım özellikle Instagram’da paylaştığım fotoğraf sayısı 100’ü aşmıştır. Görmemişin Oxford’u olmuş dakika başı paylaşıyor diyenler de oldu, çok geziyorsun diyenler de oldu. İlk gün haricinde konuşursam size kötümsü ama iyi gibi de haberlerim var: fotoğrafını çektiğim, fotoğraf çekildiğim her yeri evden fakülteye giderken, ya da fakülteden/evden akşam sözleşilmiş ortak programa / toplantıya / vs.ye giderken yolda görüp paylaştım. Son iki fotoğrafımı (Mansfield C. ve Mansfield Kedisi) Londra’dan dönüp karnımızı doyurduktan sonra katılımcı arkadaşlardan birine kaldığı yere kadar eşlik edelim derken paylaştım. Belki New College’ı gezdim diyebilirim. Onda da üç arkadaşla öğle yemeği sonrası yirmi dakika falan vaktimiz vardı, yolumuzun üstündeydi, gezebileceğimiz kısımları gezmesi 5 dakika civarı sürüyordu. Yani keşke geldiğimden beri gezebilmiş olsam, çünkü gezilecek o kadar çok şey var ki… Jesus College’dan (orada kalıyorum diyebilirim, Ship Street diye bir sokak var arka tarafında, kolej orada oda veriyor) Hukuk Fakültesi’ne giden yol üzerindeki tarihi mezarlık bile görülebilir. Dediğim gibi herhangi bir A noktasından B noktasına gidene kadar elli tane tarihi eser, mimari mükemmellik, kültürel rüya diyarından geçiyorsun.

Avrupa’da herhangi bir yere gitmiş olan çoğu insanın bileceği gibi buralarda aşağı yukarı her yer 5-7 arası saatlerde kapanıyor. Bilenlerden duyduğum kadarıyla Pazar günleri de çoğu yer kapalıymış, göreceğiz artık. Tesco ve Sainsbury’s gece yarısına kadar açık. Neyse ki 5-6 dakikalık yürüme mesafesi olduğundan aç kalmak gibi bir şey pek olası değil. Sandviç – vs. ile idare ediliyor olay. Aşağı yukarı her şey çok pahalı. Bunu buraya ayak bastığım ilk günden beri fark ediyorum. Tamamen ortalama bir yemek yediğim Londra ile karşılaştırırsam yemek daha ucuz diyebilirim sanırım. Londra’da bir pizza için cüzdanımı, donumu sundum ve ilk doğacak erkek çocuğumu mekan için kurban edeceğime dair sözleşme imzaladım. O kadar pahalı. Ulaşım anladığım kadarıyla ülke çapında pahalı. Oxford – Londra arasına gidiş dönüş (sözde daha ucuz) otobüs bileti için 37 pound falan verdim. 135 lira falan ediyor. İki saatlik, en fazla iki saat on beş dakikalık mesafeden bahsediyoruz. Ben 10 liraya Sarıyer – Kartal arasına gidip gelebiliyorum ve gidiş – geliş toplam 7 saat sürüyor.  Hadi İstanbul – Bursa diyelim. Mesafe çok daha fazla olmasına rağmen 40-50 liraya gidiş dönüş kapatırsınız. Muhtemelen daha da uzak. Hediyelik eşya fiyatları her yerde (adı üstünde hediyelik) pahalı, o yüzden geçiyorum. Giyecekler de pahalı gibi gözüktü aslında ama seçenekler fena değil genel olarak.

Şehrin birçok yerindeki müzelerin bazıları ücretsiz (yarın, yani 6.07 cumartesi gezmeye zamanım olacağını umuyorum). Bazıları 3-5 pound civarı, bazı yerler ise ikinci doğacak çocuğunuzu da istiyor. Aşağı yukarı her cadde üzerinde sayısız pub var, her birinin kendine özel atmosferi ve ilginç bir hikayesi olabilir, dikkat edin. Bir bira içerim, sevdiceğime whatsapp’ten yazarım dediğiniz mekan 1200 küsür yılında açılmış olabilir. Unutulmamalı ki bu şehir dünyanın en önemli beyinlerinin kayda değer bir kısmının yetiştiği, dünya çapında sanat, edebiyat ve bilimin en önemli öğelerinden biri olagelmiş bir şehir. Tolkien’ın, Lewis’in oturduğu yerde oturmak, o duvarlara bakmak, belki aynı birkaç kelimeyi farkında olmadan konuşma arasında telaffuz etmiş olma ihtimali falan… Bunlar paha biçilmez şeyler. Boyu tutturamayıp barda kafayı kim bilir kaç yaşındaki tahtaya çarpmak, mesela bir Bill Clinton’ın da kafasını o tahtaya çarpmış olabileceğini düşünmek, gerçekten inanılmaz.

Abartıyor, duygusallaştırıyor olduğumu düşünebilirsiniz. Belki de haklısınız, ama ben de haklıyım. Böyle şeyler yapma fırsatım çok olmuyor. Her zaman böyle yerlere gelemiyorum. Her zaman dünyanın birçok yerinde “Monroe Price Moot Court” formatında organizasyonlarla bilinen ve cidden çok çok saygı duyulan Monroe Price ile bizzat tanışıp, bir organizasyonda yer alıp, kahvaltıda her sabah muhabbet edemiyorum. Evrimsel biyolojinin Einstein’ı diyebileceğim Richard Dawkins’in bastığı taşa – toprağa basıyor olmak bile gerçekten büyük bir şans. Sanırım şu aralar şehirde değil ama eğer bir şekilde uğrarsa ve denk gelirsem Tarkan görmüş ergen kız gibi boynuna yapışmayı düşünüyorum.

Eminim ki burada ne yaptığımı merak edenler, ya da sadece yorum yapıp yargılayıp geçenler de olacaktır, zira bir sürü soru falan geliyor. Hepiniz bununla ilgileniyorsunuz demiyorum, sonuçta bu bir blog yazısı. Okumak istemeyene eyvallah, ama isteyen varsa aşağıdan itibaren tarif edeceğim kısaca:

Annenberg-Oxford Summer Institute bir süredir her yaz 30 kadar akademisyen, profesyonel, araştırmacı, vs.yi kabul eden biraz disiplinler arası, biraz medya politikası ve hukuku odaklı bir program. Olayın Annenberg kısmı “Annenberg School for Communication”dan geliyor. Yani program University of Pennsylvania ve University of Oxford arasında düzenleniyor. Her gün çeşitli uzmanlar, akademisyenler ve katılımcılar 15-45 dakikalık sunumlar yapıyorlar, sonra bunları müteakkip yaklaşık yarım saatlik tartışmalar yapıyoruz. Konularımız genel olarak medya politikası, içerik kontrolü, iletişim hukuku, çeşitli ülke ve hukuk sistemleri altında medya ve özel olarak internet düzenlemeleri gibi şeyleri içeriyor.

Şahsi programım aşağı yukarı şöyle (günlük gibi blog yazıyorum, içereyim dedim):

Sabah 6:30 gibi uyanıp duş, vs.den sonra bir iki tur kahve içiyorum. 8’de Jesus College’ın yemek salonunda kahvaltı başlıyor. Oradan Hukuk Fakültesi’ne yürümek tek başınaysan on dakika, başkalarıylaysan on beş dakika kadar sürüyor. Öğle yemeği aramız dışında sabah 9’dan akşam 5 buçuğa kadar yukarıda bahsettiğimiz şeyleri yapıyoruz. Gerçekten insanın beynini yoran aktiviteler olarak düşünebilirsiniz. O kadar farklı disiplin, geçmiş, kariyer ve ülkeden gelen o kadar farklı insanların birbirlerinden çoğu zaman bağımsız olarak paylaştıkları bilgiyi süzmek, almak, bir şeyler çıkartmaya çalışmak gerçekten yorucu.  Beş buçuk gibi herkesin pestili çıkmış oluyor. Bir sosyal takvimimiz var. Katılım zorunlu değil, ama çoğu kişi katılıyor. Genelde akşam yemeğini aradan çıkartıp bir mekanda bazen yarı-akademik, bazen güncel, bazen de tamamen sosyal muhabbetlere giriyoruz. Ben şahsen 4-5 saat uyuma olayıma devam ediyorum normalde olduğu gibi. Takip etmem gereken (bunun haricindekiler de dahil) çok şey var.

Yani evet, geziyorum gibi gözüküyor ama gezemiyorum. “Çalışıyor” olduğumuz kısımlar dışındaki zamanımız çok kısıtlı aslında. Akşamları bir şeyler yapmaya vakit bulunsa bile ya her yer kapalı, ya herkes çok yorgun oluyor. Eve iş getirmek misali, puba, restorana iş götürüyoruz bazen. Sıkıştırılmış bir program olduğu için her türlü iletişim, etkileşim tamamen rastgele ve sıkışık gerçekleşmek durumunda kalıyor. Katılımcıların hepsi (son derece donanımlı ve başarılı olmalarına ek olarak) birlikte bir şey yapması zevkli, eğlenceli, sıcak insanlar. Şimdilik burada olmaktan dolayı çok mutluyum açıkçası. Doktora için başvurmayı da düşünüyorum. Bir sonraki haftanın sonunda Türkiye’ye dönünce kafanızı üçüncü bir yazıyla şişiririm.

Harry Potter diyarından, yiğidin harman olduğu yerden, Oxford’dan sevgilerle…


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.