Neden Korkunç Durumdayız ve Neden “Seçimden Sonra da” CHP

Bu yazıyı 28 Mart’ta yazmaya başlamıştım ama araya başka şeyler girdi. Yazdığım kısımdan sonrasını, yayınladığım gün yazdığım kısmı tarihle belirteceğim.

28 Mart kısmı:

Özellikle sosyal medya hesaplarımı takip edenlerin bilecekleri gibi muhalefetin içinde bulunduğu baskı ortamından defalarca bahsettim, ayrıca irdelemeye, ayrıntısına girmeye şimdilik gerek yok. Yine de özetini tekrarlayalım: şu an mecliste önerge verse istisnasız reddedilen, basın-yayın organlarında sansürlenen, her türlü imkanı kısıtlanan muhalefeti eleştirmek, gereğinden fazla güçlenip devletleşmiş hükümetin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramıyor. Böyle bir baskı ve faşizm ortamında muhalefete Süpermen’i koysan önergesini reddedip pelerinini çalarlar, Zeus’u koysan attığı yıldırımdan TRT payı kesip yine de konuşmasını yayınlamazlar. Meclisinden medyasına kadar, sokağından evinin içine kadar her şeyin iktidar elinde olduğu bir dönemdeyiz ve bence bu korkunç. Meşru, yasal yöntemlerle hiçbir şey yapamıyoruz, zira sokağa çıkma özgürlüğümüz bile “öldürerek” baskılanıyor.

Buradan sakın “muhalefet eleştiriden muaftır” dediğim anlaşılmasın. Aksine, yapıcı ya da yıkıcı eleştiri politikanın gereğidir, ama muhalefetin “etki yaratabilen” eylemini ve söylemini eleştirmek başkadır, artık pratikte etki yaratabilme imkanı bile neredeyse sıfırlanmış muhalefetin muhalefet edebilme becerisini eleştirmek başkadır. Çünkü Türkiye gibi artık totaliterleşmiş, iktidarın devlet olduğu ve devletin tüm imkanlarına sorgusuz-sualsiz, “artık” üzerinde hiçbir etkili denetim olmayan şekilde sahip olduğu bir ortamda muhalefetin ne kadar muhalefet yapabildiğini hemen hemen tamamen iktidar belirliyor. Yani mesela “BDP neden şunu yapamıyor” dediğimizde pratikte “BDP’ye şu neden yaptırılmıyor” demiş oluyoruz.

En korkunç olanı ise özellikle seçim döneminde Erdoğan’ın durumu. Geçen gün kendisini tüm ülkeye ve dünyaya rezil eden konuşmasını izlemişsinizdir, feci ince ses, o feci ince sese rağmen aynı tonlamada ısrar etme takıntısı, vs. Bazı arkadaşlar bunu “oraya toplanmış halka haksızlık olmasın diye delikanlılık etti, konuştu” diye nitelendirdiler. Bu arkadaşlardan biraz daha mantıklı bir kesim ise “Başbakan hasta, vatandaşına yetişemiyor” zayıflığını muhalefetin eline vermemek amacıyla çıkıp “o sesle” konuştuğu konusunda yorumda bulundular. Bence durum ikisi de değildi. Muhtemelen çoğu dünya gerçeklerinden uzak danışmanları bile uyarmıştır kendisini, “aman efendim, çıkmayın böyle, komik duruma düşersiniz” diye. Ama dinlememiştir. Okumayan, dinlemeyen bir adam var karşımızda. (… ve bu seçim sonuçlarına bakarsak bunu ifade etmiş olmam nedeniyle bile kendimi ciddi tehdit altında hissediyorum, 31 Mart)

Danışmanlarının muhtemel uyarılarına rağmen neden çıkıyor peki? Çünkü onun kimseye verecek hesabı, hesap verecek sorumluluğu yok. Adam üşenmiyor, erinmiyor, “o sesle” rezil olmayı dahi göze alıp milleti azarlamaya devam etme motivasyonunu koruyor. Korkmamız gereken şey tam da bu motivasyon aslında. Ben vatansever değilim, genel olarak yaşadığım ülkeyi de sevmiyorum. Ama bu adam benim dışarıdaki yüzüm, bu adam beni her şekilde temsil etmek durumunda. Bu yüzden benim “istemeyerek de olsa” parçası olduğum, ailemin, sevdiklerimin yaşadığı ülkenin başbakanının yurt dışında sırf bu gözü dönmüş inat yüzünden Mickey Mouse olarak anılması cidden gururuma dokunuyor. “6 yaşında çocuk sesiyle de olsa mücadeleye devam” mantığı bana uymuyor. Bence bir yöneticinin milyonlarca insana o sesi dinletmeyecek kadar anlayışlı olması lazım. Sonra tape meselesine dönüyorum, aklım Suriye kaydında. Şimdiye kadarki kaygılarımız hep “neler çalmışlar, ne yürütmüşler hacı” iken daha da korkunç ihtimallerle ilgili düşünmek zorunda bırakılıyorum (düşünmek zorunda bırakılmaya daha sonra değineceğim). Ciddi bir kan lobisi var ve hepsi de soğukkanlı. Bir kelimesi bile tüylerimizi ürpertecek durumda şeylerden, büfe önünde maç muhabbeti yaparcasına soğukkanlı bir şekilde bahseden korkunç tipler.

31 Mart:

Başbakan seçim “zaferleri” sonrası balkon konuşması yapma geleneğini sürdürüyor. Bundan önceki balkon konuşmaları ülkenin durumunu bilmeyen birine çok insanlık, sıcakkanlı ve kucaklayıcı gelebilirdi. Zira Başbakan çok sevimli ifadelerde bulunmuş, “hadi bak, sıkıntı yaşadık, tartıştık ama bundan sonra hep beraber bir şeyleri çözebiliriz, ben hepinizin başbakanı olmak istiyorum” manasına gelebilecek şeyler söylemişti. Özellikle koltuğun sıcak geldiği son birkaç yılda gördüğümüz gibi, bu konuşmaların hepsi yalan çıktı. Son balkon konuşması ise gayet korkunç, düşmanlıktan ve savaş edebiyatından beslenen ifadeler, tehditler, ve yine son birkaç yılda iyice kanıksadığımız azarlamalar içeriyordu. Üzülerek söyleyebilirim ki bu sefer de gerçeği söyledi. Aslında bu son konuşma, belki de kendisinin ve çevresinin 12 yıldır içlerinde tuttukları o korkunç nefretin dışa tam olarak vurulduğu konuşmaydı. Diğer konuşmalar yalandı, bu konuşma ise korkunç bir şekilde gerçekti. Sandıktan başka hiçbir demokratik hakkı tanımayan, çoğunu tutturduğum öngörülerime göre Gezi de dahil yerel seçim kaygısıyla “olabildiği kadar” insancıl davranan iktidarın, bu sandık “zafer”inden sonra daha da çıldırabileceğini söyleyebiliriz. Olabildiği kadar kısmına dikkatinizi çekerim, zira bu nefretle en fazla bu kadar insancıl olunabildi ve bu süreçte binlerce insan yaralandı, tutuklandı, birçok insan öldü. Bu gazla olabilecekleri tahmin bile etmek istemiyorum ama bence bizi hiç de güzel günler beklemiyor. Bildiğim tek bir şey var, o da aynı görüşün (değiştiklerine de inanmıyorum), aşağı yukarı aynı kemik kadronun, aynı zümrenin diğer tüm görüşlere ve zümrelere, çoğu zaman hukuksuz ve haksızca sürekli üstün çıktığı sonuçlara ben “zafer” diyemiyorum. Bir partinin karşı tarafa bu kadar uzak, bu kadar nefret dolu olmasına rağmen onları kazanmak için hiçbir şey yapmamış olması, aksine onlara saldırması, ve yine de art arda bu kadar yüksek oranla seçimlerden çıkması bile tek başına demokrasinin mantığına aykırıdır.

Bir şeyi daha açalım. Başbakan ya da AKP beni kazanmak için hiçbir şey yapmadı. Ortalama başka parti seçmenini kazanmak için de hiçbir şey yapmadı. Hizmeti de, yardımı da gören, hayatın her alanında pozitif ayrımcılığa uğrayan hep kendi seçmeni oldu. Kendisine oy vermeyenleri hep yok saydı, ve hatta düşman belledi. Fatih Altaylı’nın programındaki “alkol kullanan, azıcık bile kullansa alkoliktir, ama bize oy verdiyse değildir” ifadesi bile kendisinin bu konudaki duruşunu ifade etmeye yetecektir. İyi ki adım atılmış bulunan çözüm süreci boyunca bir kısım Kürt seçmeni kendi yanına çekti, onlar da “makul insan” oldular, geri kalan herkesi BDP’ye kalan Kürt seçmen de dahil yine ötekileştirdi. Ülkeyi sarıp sarmalayan KCK davaları, İç Anadolu’da ayrı, Güneydoğu Anadolu’da ayrı söylemler, daha geçen gün “Bunlar BDPli”, daha bir iki sene önce “bunlar Zerdüşt” söylemleri, daha geçen sene “Hatay’da şu kadar sünni vatandaşımız öldürüldü” deyip durduk yerde Alevileri yuhalatan halka gülümsemesi, sokak hareketlerini kattiyyen, hiçbir istisna olmaksızın tanımaması, evinde oturup sadece oy vermeye çıkan kitle dışında hiç kimseyi tanımaması, Başbakan’ın tam anlamıyla bir Sith Lordu gibi davrandığının en önemli örneklerindendir. Yani “ya benimlesin, ya onlarla, ya bana oy verirsin, beni desteklersin, ya da senin yaşama hakkını bile tanımam” meselesi. Buna itiraz edecek olanları Başbakan’ın açık açık ifade ettiği “bîtaraf olan, bertaraf olur” ifadesine davet edeceğim. Bu da mı gol değil? Eğer bu da gol değilse Fatih Altaylı’nın alkolizme dair sorusuyla ilgili kısma dönebilir, ikna olana kadar tekrar tekrar buradaki tüm ifadeleri okuyabilirsiniz.

İktidarı destekleyen kitle ezilmiş, ve çoğu gerçekten mağdur. İnanıyorum ki çoğu kendisine “şeytanlaştırılarak sunulan” bir gelecekten, yani bundan daha da mağdur olmalarını öngören bir senaryodan korktukları için, AKP’yi bir garantör parti olarak görüyorlar. CHP gelirse eşimin, kızımın başını açacak, BDP gelirse ülke bölünecek ve kaosa sürüklenecek (ki keşke bölünse, bu kadar nefret dolu bir ortamda birarada yaşama dair hiçbir umudum kalmadı), MHP gelirse çözüm süreci bitecek, gibi tarihe dair makul izler de taşıyan ama (belki MHP’yle ilgili kısım dışında) hiçbir güncel veriyle desteklenemeyecek, tamamen korku ve karşı taraftan sorgulamadan, ölesiye nefret etme üzerine bir imparatorluk kurulmuş durumda. Ağzını açan halkın değerlerine uzak olmakla yaftalanıyor. Normal ülkelerde farklı olmak çeşitlilik olarak adlandırılıp bu tarz durumlarla gurur duyulurken, bizde sanki insanlığa karşı işlenmiş bir suç gibi inceleniyor. AKP’nin uygun gördüğü “görgüsüz, haksızca şişirilmiş zengin”ler dışında, AKP’nin uygun gördüğü ortalama AKP seçmeni profiline uygun olmayan herkes “başa geçerse hepimizi keser” diye yaftalanıyor. Çünkü kişi, kendinden bilir işi. Bu ülkede insanların ve insanlığın başına ne geldiyse sağcı yönetimler ve kitleler nedeniyle geldi. Ortalama AKP seçmeni de sokakta “amına koyim bu Alevilerin, ülkemizi yıkacaklar, hepsini keseceksin” diye açık açık konuşmaya başladı. Eminim bunların elit, siyasetçi, yazar, vs. olanları da kendi aralarında ya da “zihinlerinde içten içe”, düşman belledikleri kişilerle ilgili böyle şeyler tahayyül ediyorlar. İktidara gelir gelmez akıllarına ilk gelen şey savaşmak, intikam almak, nihayetinde de üzerlerindeki tüm denetim mekanizmalarını ortadan kaldırmak olduğu için, karşı taraftaki herkesi de bu vizyonla algılıyorlar. Seçmenlerine de bu şekilde açık ya da dolaylı olarak iletiyorlar. “CHP gelirse Apo asılacak, başörtüsü açılacak, muhalif olan herkese eziyet çektirilecek” diyorlar, zira geldiklerinden beri yaptıkları, akıllarına ilk gelen ve severek uyguladıkları tek tarz bu.

Hiçbir konuda sorumluluk kabul etmiyorlar. Yaptıkları iyi şeyleri bile “size girsin, çivi bile çakamazdınız” diye ifade ediyorlar, sanki hanımlarının bileziklerini bozdurup yapmış gibi davranıyorlar, benim vergimle bana hava atıyorlar. Yaptıkları kötü şeyleri dış güçlere, büyük oyunlara, ülkenin ilerlemesini istemeyen anti-demokratik odaklara atıyorlar. 12 yıldır iktidardalar, ama ülkede olup biten hiçbir şey onların suçu değil, ama her iyi şey sadece ve sadece “onların”, diğer korkunç, pis, iğrenç güçlere rağmen oluşturdukları eserler olarak sınıflandırılıyor. İşte bu yüzden sokaktaki ortalama insan benim gibilerin, veya bu yazıyı okumakta olan bazılarınız gibilerin ölmesini istiyor. Temelde kabul görmüş insani değerlerle, sosyolojiyle, psikolojiyle incelenecek bir yanı yok bunun. Bizim olmazsa olmaz kabul ettiğimiz, en ufak bir ihlalini bile ölüm-kalım meselesi yapacağımız düzeyde doğal, gerekli, mantıklı insan hak  ve özgürlüklerinin hiçbirini tanımıyorlar. İfade özgürlüğü mü? Ne anlatırsanız anlatın “Twitter’a girmeyiverin, ne olacak ki” veya “devletin bekası” gibi çok uç noktalarda devlet tapıcılığına dönüşmüş cevaplar verecekler. Bir insanın yaşama hakkından mı bahsediyorsunuz? O insan ölünce “o da şunu yapmasaydı” tarzı cevaplar verecekler. Bunlar gibi temel insani değerleri ya tanımıyor, ya anlamıyor, ya da anlıyorlarsa bile kabullenemiyorlar. Empati ise hep bizden bekleniyor. Ülkede çoğunluk olan bir kitle var. Her türlü hizmet, söylem onlara yönelik. Adamlar kaç seferdir genelde de, yerelde de, referandumda da “iktidar” konumundalar, ama empatiyi bizden bekliyorlar. Empati asıl farklı olanla kurulur. Çünkü farklı olan dünyanın her yerinde (en özgür, insancıl ülkelerde bile) sıkıntıların en büyüğünü, en yoğununu, hayatı boyunca çeker. Burada da ölen farklı olan, öldüren çoğunluk. Burada da en ince meselesine kadar irdelenip var olan son insan hakkı veya özgürlüğü elinden alınana kadar uğraşılacak olan da farklı olan, uğraşacak olan ise çoğunluk. Burada nefret edilen de her zaman olduğu gibi farklı olan, nefret eden de her zaman olduğu gibi çoğunluk. Ama gelgelelim, çözmemiz gereken milyonlarca meselemiz varken “birlikte yaşamaya çalışan” da, “karşı tarafı anlamaya çalışan” da, “kullandığı kelimelere dikkat edip barışçıl iletişim kurmaya çalışan” da, bu lanet ülkede, yine, her zamanki gibi, farklı olan, yani hep ezilen. Çoğunluktan biri haksızlığa veya mantıksızlığa sesini çıkarmayagörsün, o da hemen o farklı tarafa atılıyor, o da eziyet çekiyor. Ama çoğunluk olan, çoğunluk kalmaktan memnun olandan hiçbir zaman aman karşı tarafı anlayalım, aman birlikte yaşamaya çalışalım, aman barışçıl iletişim kurmak için kelimelerimizde dikkatli olalım çabası görmedim.

Yine de akıllara zarar bir ilginçlik şeklinde, empati hala bizden bekleniyor, birlikte yaşama çabası hala bizden bekleniyor, en ufak bir dil sürçmemiz bile nefret dolu düşmanlık çabalarına malzeme ediliyor. Hep bize dikkat ediliyor, gözler hep bizim üzerimizde. Buna rağmen ülkede sorun görünce çözmeye çalışan, öneride bulunan, yine hiçbir şekilde ciddiye alınmayan, “sesi olmayan” yine biziz. Meclisteki temsilde de bu böyle. İktidarın “milyon” kötülüğü, muhalefetin “bir” hatası kadar haber değeri, ya da seçmenin/medyanın gözünde önem taşımıyor. Oysa demokrasilerde kontrol altında tutulması, sürekli en çok denetlenmesi gereken güç yürütmedir. Halkın iradesi yürütmeyle açıklanıyor. Birbirinden bağımsız olması gereken üç erkten, halkın iradesini (baraj sistemini yok sayarsak) temsil eden erk “yasama”dır. Yargı bunların hepsini denetler. Yürütme halkın iradesi değildir, halkın iradesinin tam tersidir. Yasama pratikte her görüşün temsil edilmesini, herhangi bir görüşün diğerlerine üstün gelmemesini sağlar. Yürütme -ülkemizde- bir görüşün diğerlerine üstün gelmesini, geri kalan hiçbir görüşün temsil edilmemesini amaçlıyor gibi davranmakta. Oysa yürütmenin görevi bu üç erkin birbirinden mümkün olduğunca bağımsız, demokratik bir sistemde olması gerektiği şekliyle sağlıklı işlemesini garanti altına almaktır. Yürütmeye isterse haklı şekilde toplam oyların biri hariç hepsini alsın, halkın iradesi denemez, çünkü o 1 kişinin hakkı kalır. Yürütmeye, isterse oyların %100’ünü alsın, o oyları hakkıyla değil de “cebren ve hile ile aldıysa” halkın iradesi denemez. Yürütme isterse oyların %100’ünü, -pratikte mümkün olmasa da- gerçekten hakkıyla alsın, eğer her bir vatandaşın görüşünü, duygusunu, talebini eşit ve adil şekilde karşılamamaya başladıysa, ona halkın iradesi denemez. Mecliste yaklaşık %50’yle temsil edilip o meşhur filmdeki tabirle “o şehrin zaptiyesi gibi” davranan, hiçbir denetim mekanizmasını, muhalefeti tanımayan; her geçen gün anayasal düzeni yok eden ve ülkede mümkün olabilecek tüm oluşumları ve güçleri kendinde toplamayı görev bellemiş; karşıdaki inanı yaşatmamaya ant içmiş, nefret ve düşmanlıktan, kutuplaşmadan beslenen bir oluşuma halkın iradesi denemez. Eğer böyle bir oluşuma “halkın iradesi” denebiliyorsa, son seçimde %100 oy alan Kuzey Kore Padişahı Kim Jong Un’a da “halkın iradesi” denebilir. Kaldı ki son seçimlerde ortaya çıkan tüm şaibeler ve “belgelenmiş, kanıtlanmış” yüzsüzlükler, bahsettiğimiz oluşumun halkın iradesini “haksızca çalan” bir oluşum olduğunu tekrar göstermiştir. Bu ülkedeki hiçbir koltuk, bu ülkenin tek bir (rakamla 1) vatandaşının oyundan değerli olmamalıdır.

Bu ülkedeki bu çirkin oluşum, her türlü zorbalığı, şiddeti, suç sayılabilecek her türlü eylemi yapabileceğini düşünen, yapan “kendisi ve kendisi gibiler” olduğu sürece başına bir şey gelmeyeceğinden, hakkında doğru düzgün işlem bile yapılmayacağından emin olan zorba bireyler yetiştirmektedir. Ülkenin tarihini, kültürünü, yeşil alanlarını fersah fersah parselleyip katleden bir zümre haksız ihalelerle, son zamanlarda iyice anlaşıldığı kadarıyla rüşvetlerle, türlü ayak oyunlarıyla hayatını yaşarken, Sevan Nişanyan gibi belki de bu ülkenin en kaliteli insanlarından birinin, bu ülkeye en çok katkıyı yapmış ve yapabilecek insanlarından birinin hapse atılıp çürütülmesi de bunun bir örneğidir. Neden? Çünkü Sevan Nişanyan belki çoğunuzdan daha Türkiyeli’dir, ama Ermeni’dir, üstüne üstlük Ateist’tir. AKP’ye oy verecek olmak bir yana, ortalama AKP seçmeninin yakın olduğu değerlerin hepsine (hiçbir suç işlemeden, kendi özgürlük ve hak alanı içinde) ters düşmektedir. Ama bu ülkenin cesaretli kitlesi olarak hep “onlar” teşvik edilmektedir. Bu ülkenin cesaretli kitlesi, yanında tek bir arkadaşıyla koca bir metro vagonu dolusu insana “tek bayrak, tek din, tek devlet ulan” diye böğürerek posta koyabileceğine inanan ve başına hiçbir şey gelmeyeceğine emin olan, bu insanlara silah ve bıçak çekebilen kitledir. Bu ülkenin “yeni cesaretlileri” bir vapur dolusu insanı “susun lan” diye azarlama hakkını kendinde gören, sözlü sataşmada ve tehditte bulunmayı normal karşılayan ve başına hiçbir şey gelmeyeceğinden emin olan adam gibi insanlardır. Bu ülkenin yeni cesaretli kitlesini teşvik eden ve günden güne büyüten de, sadece Gezi’de de değil, son birkaç yıl içinde birçok olayda gördüğümüz gibi “insan öldürüp” başına bir şey gelmeyen, insana saldırıda bulunup (bir örnek bizzat benim kardeşimdir) sonra darp raporu alıp suç duyurusunda bulunan, yine de başına bir şey gelmeyeceğinden emin olan polistir. Bunları palazlandıran, çocuklara toplu tecavüz edip komik cezalar alan, aralarında devlet memurları da bulunan koca koca adamlardır. Bunları palazlandıran, bunların içlerinden yetiştiği, milyarlarca dolar parasının çalındığına dair elli tane delili görüp, bunları delil olarak kabul edip, “çaldılarsa da şundan çalmışlardır, helal olsun” diyebilen milyonlardır.

Köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak kolaydır. “Kimi kime şikayet edeceğiz” noktasını da geçmiş bulunuyoruz, zira “şikayet” kelimesini bile unutabiliriz yakında. Türkiye’de hak da, hukuk da, adalet de bitmiştir. Bunun sebebi ataerkil, ödip kompleksli kültür yapısı, ve güzel, eğlenceli, hak ve özgürlüklere yönelik, mantıklı, ilginç, ülkeye veya dünyaya yararlı olabilecek adımları her attığımızda hacıyatmaz gibi karşımıza dikilen çirkin Türk aile yapısıdır. Türkiye insanının hak ve özgürlükleri, insanlığı, vicdanı ve şerefi vasatlığa, haksızlığa, zorbalığa, barbarlığa ve nefret dolu cehalete yenilmiştir. Dünyanın her yerinde sıkıntı olabilir. Bizim ülkemizde de -biraz bolca olsa da- sıkıntılar yaşanmıştır. En az sıkıntıyı yaşayan ülkelerde bile, en ufak sıkıntıda bile hesap verilmiştir, verilmediyse verdirilmiştir. Ülkemizde geçmişte çok kötü olaylar yaşadık. Bunların arasında bile hesabı verilmiş bir şeyleri bulabiliyoruz. Bunların bugüne olan uzantıları ise AKP sayesinde hesap vermekten muaf tutulmuşlardır. AKP’nin başlangıcından beri süregelen şeyler arasında ise, bizzat hükümet tarafından veya ülkede olup bitenden sorumlu tutulması beklenen kişiler tarafından hesabı verilmiş hata, kötülük, suç sayısı “sıfır”dır. Ben iyi bir insan olduğumu düşünüyorum. Hatta pasifist bile sayılabilirim. Hatta eylem insanı değil, fikir insanıyım. Aynı duygu ve düşünceleri paylaştığım insanların da iyi insanlar olduğuna inancım sonsuzdur. Biz sizin yıllardır yaptığınız gibi kör intikam istemiyoruz. Biz şiddet istemiyoruz. Biz ayrışma, düşmanlık istemiyoruz. İstediğimiz tek şey var: hesap verilebilirlik. Bu maalesef, şimdiye kadar, bir kere bile sağlanamamıştır. Sağlanabileceği durumlar aktif bir şekilde hükümet tarafından veya hükümetle bağlantılı odaklar tarafından baltalanmıştır. Biz acı çekmeye alışmış olabiliriz, siz bize acı çektirmeye alışmış olabilirsiniz, ama sadece bir talebim var, bakın talebimiz de demiyorum, bir birey olarak, bir kere sorumluluk, hata kabul ettiğinizi, bir kere ciddi ciddi hesap verdiğinizi görelim. Meydanlarda nefret ve oy çokluğu şovları yapılmasın, suçlanan, hakkında iddia bulunan cengaverler delikanlı gibi tarafsız şekilde yargılanıp aklanmaya çalışsınlar. Demokrasinin gereği adil yargılanmanın önündeki her yolu kapatıp kayıtsız şartsız egemenliği elinde tutmak değil, budur. Mesela son Ankara seçim hileleri kepazeliği. Bir kere şu ülkede birileri sorumluluk kabul etsin. Bir kere şu ülkede birileri hesap versin ve şu ülkede bir kere adalet tecelli etsin. Hala inanmak istesem de ümitsizim. Ama bir kere beni yanıltın ve örneğin Mansur Yavaş’ın kaliteli kişiliğiyle, barışçıl ve ideolojiden uzak, kucaklayıcı tavrıyla, her birini ciddi ciddi açıkladığı gayet makul, gerekli, mantıklı, yapılabilecek seçim vaatleriyle hak ettiği ve kazandığı koltuk kendisine iade edilsin.

Sandık diye diye başımızın etini yediniz. Ağzımızı açamaz olduk. Her haklı ve sonuna kadar meşru talebimizde suratımıza sandık imgesini vurdunuz. Demokrasinin en anti-demokratik öğesi olan, “güç-elitlerinin” seçelim diye bize dayattıkları insanlar arasın seçim yaptığımız sandık öğesini, bize yıllarca tek demokratik yöntem olarak dayattınız. Çünkü elinizde sandıktan başka hiçbir şey yoktu. Hep çok oy aldınız, ama demokrasi sınavlarının diğer hepsinden kaldınız. Şimdi ise demokrasinin en anti-demokratik öğesine sarılıp, geri kalan her şeyi yıkma peşindesiniz. Ama madem sandığa bu kadar tapıyorsunuz, bari bunda haksızlık, hukuksuzluk, vicdansızlık yapmayın. Eğer sandık sizin için bu kadar kutsalsa, bu ifadeyi gerçekleme adına yapılan haksızlıkları takip edin. Yoksa biz “meğer hileyle, hurdayla seçim ayarlamışlar, kazanacaklarını garantiye almışlar, o yüzden seçim diye bağırıyorlarmış” demeye devam edeceğiz, ve sizin gerek iyi, gerek kötü hiçbir söyleminizde yapmadığınız, daha doğrusu hep haksız olduğunuz için yapamadığınız gibi önünüze belge, kanıt koyacağız. Tarih de sizi “zaten yüksek oy alabilecek olmasına rağmen, kabul ettiği tek demokratik yönteme bile saygı duymadan oy çalan iktidar” olarak hatırlayacak. Benden söylemesi.

Bunca yapılan haksızlığı, hukuksuzluğu görüyorum da, daha düne kadar benim de eleştirdiğim (görüş olarak en uzak olduğum MHP de dahil) partilere haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Daha 17 Aralık’a kadar cemaat üzerinden tüm emniyet ve adalet sistemine hakim olan, sonra dara düşünce her şeyi tekrar kendi kontrol altına almak için yasa değiştiren, anayasayı ve bir tabî olduğumuz bir sürü uluslararası söyleşmeyi, imzayı yok sayan, medyanın yarısına hakim olan, geri kalan yarısına müdahalelerle ve haksız işten atma ve davalarla kan kusturan, kısacası sadece devletin değil, ülkenin de tüm imkanlarına yıllardır sahip, üzerinde pratikte hiçbir denetim mekanizması kalmamış olan korkunç bir oluşum, 12 yıldır bu güçle, bu nefretle, bu hedef gösterme ve tabansız öfkeyle başka herhangi bir partiyi bu kadar şeytanlaştırmaya çalışmışsa, ki çalışmıştır, o parti, “en azından” o kadar şeytan olamaz. Hadi gelin, iktidarı yeniden değerlendireceğimiz bir şey kaldığına inanmıyorum, gittikçe eylemiyle kendini belli ediyor zaten. Hadi gelin, muhalefeti tekrar değerlendirelim, somut eyleme ve hayatımıza etki eden düzeyde söyleme tekrar bakalım. Yeri geldiğinde ateş püskürdüğümüz çoğu partinin bize kötü gelen özelliklerinin ne kadarı gerçek, ne kadarı haklı değerlendirme, ne kadarı ise AKP’nin bitmek tükenmek bilmeyen şeytanlaştırma politikasından (dile kolay, 12 yıl, sınırsıza yakın güç ve etkiyle) kaynaklanmış, inceleyelim.

Ülkemizde son 60 yıldır CHP tek başına iktidar olmadı. Son 60 yıldır olanlar ise ne hikmetse CeHaPe zihniyetine ve Kemalist statükoya bağlandı. Statükoya ben de bağlayabilirim, ama Kemalist midir bilmem. Kemalizm’e de mesafeliyim. Kim ne derse desin çirkin bir devlet kültürü var, ve bu aşılmadığı sürece bu ülke düzelmeyecek. İktidara gelen herhangi bir siyasi partinin ülkeye bu kadar zarar vermek için bu kadar şansı, imkanı ve yetkisi olmamalı. Tekrar son 60 yıla bakıyorum, ve “CHP de AKP kadar kötü aslında” diyebilen insanlara şaşıyorum. CHP’nin bizzat, bilinçli ve kasıtlı olarak 60 yılda bu ülkeye vermiş olabileceği zarar ne olabilir, incelemeye çalışıyorum. Sonra AKP’nin -öncesini geçtim- son 3 yılına bakıyorum, ve gerçekten inanarak “CHP de AKP kadar kötü aslında” diyebilen insanlara şunu sormak istiyorum:

Ben CHP iyi, ya da kötü değil demiyorum. Ama, “o kadar” mı kötü?

Derdim budur. Ben CHP’nin 1940lara dayandırılan, önyargılı yaklaşıma neden olan, o ceberrut, soğuk, dışlayıcı ve “güç eliti” imajından büyük ölçüde sıyrıldığına inanıyorum, ve bunun aksine son 60 yılda 1 ölçü örnek varsa, bunu destekleyecek 100 ölçü örnek bulabilirim. Sıyrılmayan bir taraf olduğu da doğru olabilir, ama o taraf da gençlerin katılımıyla ve destekleriyle CHP’nin halkın tamamını anlayabilen, halkın tamamına hitap edebilen ve bu ülkenin umut ışığı olabilecek bir parti olabileceğini düşünüyorum. Şu an AKP’yle bazı ortak paydalar nedeniyle haksızlıklara dahi ses çıkarılmamasını sağlayan barış süreci, kültürel eşitlik, inanç özgürlüğü gibi konuları tek başına çözebilir mi bilmiyorum doğal olarak. Ama birlikte çözüm, ortak iş yaptığı, iyi de yaptığı adamlara, ortak iş yaptığı sırada dahi saydırabilen, silahını doğrultabilen AKP’den gelmeyecek. Geçmişi bir kenara bırakalım demiyorum, her şeyi tartışalım. Ama ana muhalefet lideri kendi dönemi ve kadrosuyla direkt alakalı olmamasına rağmen taa tek parti dönemindeki CHP hatalarının çoğuyla gün be gün yüzleşiyor (denk gelmediyseniz medyanıza küsün). Buna rağmen AKP daha dün yaptığı şeylerle bile yüzleşemiyor. Çözüm süreci “bunlar BDPli zaten” diyen, “terörü ortaklaşa bitirdik” deyip “Hakkariye’de havaalanı yapıcaz ama terör var” diyebilen, insancıl bir kaygıya “sen zaten zerdüşt değil misin, neden bahsediyorsun?” diye cevap veren AKP ile değil, CHP ile yürür. CHP içinde buna köstek olabilecek bir kesim varsa da, bunu katılarak, yapıcı eleştiriyle, gerekirse müdahil olarak toparlayabiliriz. Zira CHP “o kadar” kötü değil. O kadar değil, elinizi vicdanınıza koyun.

İnanç özgürlüğü sırf mecliste sayısı çok diye, muhalefete top bırakmamak için BDP’nin yıllar önce verdiği “başörtüsü serbestisi” önergesini reddeden; CHP’nin bahsettiği ve desteklediği üniversitelerde başörtüsü serbestisi olayını CHP’ye “rağmen” gerçekleşmiş diye sunan; gece gündüz, 7/24 Alevilerin şahıslarına ve haklarına saldıran; hava alanlarında Alevileri yuhalatan; beğenmediği hakimden “o hakim Alevi” diye bahseden; ODTÜlü öğrencileri “Ateist oldukları” gerekçesiyle binlerce insana yuhalatıp Ateistleri terörist ilan eden; en barışçıl söyleminde bile “Hıristiyanlar BİLE”, “Museviler BİLE” ifadelerini kullanan AKP ile tanınmayacak, CHP ile tanınacak.

Bu ülkedeki ayrışma, kutuplaşma, düşmanlık siyaseti meydanlarda 15 yaşında çocuğu ölmüş anneyi binlerce insana yuhalatan adam tarafından çözülmeyecek. Belki CHP tarafından çözülecek. Ama o adam tarafından kesinlikle çözülemeyecek, çünkü CHP “o kadar” kötü değil. O kadar değil. Elinizi vicdanınıza koyun. 2007’den beri -krizlerle, çıkmazlarla dolu- Cumhuriyet tarihinin en kötü verilerini çıkaran ekonomi, faiz arttırması gerekirken “dolara öyle bir müdahale ederiz ki şaşırırsınız” diye “para birimini azarlayarak toparlayabileceğini” zanneden merkez bankası başkanlarıyla, verilerle oynayarak uyduruk-şişirme sayılar veren maliye bakanlarıyla, gece gündüz komplo teorisi uydurup ekonominin veya finansın “e”sinden ya da “f”sinden anlamayan danışmanlarla toplarlanmayacak. Ya bu işi daha iyi bilen dışarıdan birisiyle toparlanacak, ya da Ali Babacan gibi kaliteli, donanımlı, zeki insanlar mantıklı öneri ve eleştirilerinde “Yiğit öyle demiyor ama” diye susturulmayacaklar. Bu sorun totalde, çözülürse CHP ile birlikte çözülecek, ve kesinlikle ama kesinlikle, AKP’ye “rağmen” çözülecek.

Bu ülkede şu an sorun olarak addettiğimiz şeyler ve bu şeylerin nedenlerini kökünden AKP çözmeyecek. Bu çözüm CHP’yle “birlikte” olacak. Bu çözüm şüphesiz ki AKP’ye “rağmen” olacak. Daha önce başka bir şeyle ilgili söylediğim gibi,  tabii ki herhangi bir şeyin çözümü salt CHP ile olacak değil, ama CHP’siz olmaacak. Tabii ki CHP’yi kayıtsız şartsız önderimiz kabul edip tapmayacağız. Tabii ki AKP seçmeninin şu an yaptığı gibi desteklediğimiz partinin yanlışına doğru, kötüsüne iyi, çirkinine güzel demeyeceğiz. Tabii ki CHP’yi bu ülkeyi kurtaracak bir süper kahraman gibi görmüyorum. Ama CHP’yi tüm karalama ve şeytanlaştırma kampanyalarına rağmen bu ülkede desteklediğim insani değerlere en yakın parti olarak görüyorum. Bunu da her türlü tarafsızlık geyiğini önleme adına belirtiyorum. Oy verebildiğim her kategoride CHP’ye oy verdim. Açıkçası uzun süre “bas geç” olayını savundum, ama CHP’ye oy vermemin sebebi bu değil. CHP’ye bundan sonraki herhangi bir seçimde de oy vereceğim. Artık, parti olarak destekliyorum. Bu bilinsin, problem değil.

Daha birkaç saat önce CHP için çalışan, yakındaki abilerimden biriyle muhabbet ettim. Kendisine de CHP’ye katılmak istediğimi, ama şu an çalıştığım akademik platformla olan kontratım (başka hiçbir yerde resmi olarak çalışamıyorum, “iş” yapamıyorum – sorun siyasi değil) ve zaman problemim nedeniyle (gönüllü aktiviteye ayırabileceğim zamanım çok çok kısıtlı) partiye katılamayacağımı ifade ettim. Üzerimdeki tüm problemler ortadan kalkınca ilk yapacağım şey CHP’ye üye olmak olacak. CHPliyim desinler diye değil, gerçekten çalıştığım bir şeyi hayal ediyorum. Umuyorum ki CHP’ye üye olduğum andan itibaren partiye, insanlığa ve demokrasiye elimden gelen en büyük çabayla, canla başla destek vereceğim. Zaten çalışmayacağım platforma girmek istemem. Eğer parti de beni kucaklarsa (ki kucaklayacağından şüphem yok), içinde bulunduğum akademik ve sözleşmeli durumlardan sıyrılır sıyrılmaz aktif siyasetin içinde yer alma amacı taşıyorum. Hayatım boyunca çoğu zaman “siyasete girmek istemediğime dair” açıklamalarda bulundum. Ama bu haksızlık, utanmazlık ve pişkinlik fikrimi değiştirdi. Mümkün olan en kısa zamanda aktif siyasete katılacağım ve ülkeme, dünyama katkıda bulunmaya devam edeceğim.

Beni Ateist diye aşağılasınlar, hakkımda “halkın değerlerine uzak” diye muhabbetler çevirsinler, umurumda değil. Ben sadece gördüğüm sıkıntılar üzerine, gördüğüm gerçekliklerden destek alarak yorum sunan bir vatandaşım. Umarım ki şimdiye kadar gördüklerimizden yola çıkarak, bu ülkede bir kere dahi olsa adalet tecelli etsin.  Umarım ki bu ülke gerçekten uğraşana, hak edene kredi verebilsin. Bu da , tüm kalbimle inanıyorum ki, CHP ile birlikte, AKP’ye “rağmen” olacak. Kalbinizi ferah tutun. CHP’nin beğenmediğiniz yanları da olabilir, ama bunlar partinin gençleşmesiyle, bizim bizzat katılımımızla çözülecek. Kendinize iyi bakın.

İyi geceler. Tabii böyle bir şey mümkünse…


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.