Ayasofya İçin Sıkıntılı Bir Teklif

Sayın Nevzat Tarhan’ın TÜİÇ Akademi’deki “Ayasofya İçin Sıradışı Bir Teklif” yazısını okudum kısa bir süre önce. Yazının linki buradadır. İlgilenenlerin önce o yazıyı okumaları tavsiye olunur. Yazıyla ve genel olarak Ayasofya algısıyla ilgili katılmadığım kısımları sıraladıktan sonra mümkün olduğunca kısa bir yorumda bulunup kapatmak istiyorum. Buyurunuz…

“Ayasofya’nın Fatih’in vakfettiği kimliğe dönmesinden  son günlerde haklı olarak çok söz ediliyor. 1934 yılından beri müze olan mabed aslına dönmeyi yakında başarabilecek mi göreceğiz.”

“Ayasofya’nın aslı nedir?” sorusuna Türkiye’nin birçok yerinde cevap olarak “cami” ifadesini alacağımız gerçeği tartışılamaz. Ama global veya insani manada, daha da önemlisi tarihi manada Ayasofya “aslen” bir cami midir?

“Ancak ergeç bunun gerçekleşeceği ve kaçınılmaz olduğu belli. Baharın gelmesi gibi karşı koyulamaz bir gidiş var. Çünkü zamanın ruhu bunu istiyor.”

Zamanın ruhu kavramını hep çok tehlikeli bulurum. Çünkü farklı bir tür “zamanın ruhu” Dersim Katliamını da yapan ruhtu, veya Ermeni Tehcirini (bazılarımız soykırım demeyi sevmiyoruz ya, yumuşak gideyim dedim), veya İran Devrimini… Kanımca şu “zamanın ruhu” veya ilerleyen vak’alarda “dönemin şartları öyle gerektirdi”yi bir kenara bırakıp zamansal/dönemsel manada global kriterler kurmamız, bu kriterleri kesinlikle insanlık üzerine kurmamız gerekiyor. Çünkü bazı şeyler zamanın şartlarından veya Sayın Tarhan’ın belirttiği şekliyle ruhundan bağımsız olarak iyi/kötü, güzel/çirkin, yararlı/zararlı olarak mümkün olduğunca kesin ifadelere bağlanmadığı sürece  bu şeyler üzerindeki tartışmalar bir yere varamayacaktır. Mesela Hitler’in de sebepleri vardı, ve yeterince kasarsak bence onu da “dönemin ruhu”na göre aklayabiliriz bir noktaya kadar. Kanımca tarih biliminin ve bu bilimin günümüze yansımalarının çözümü olayları rasyonalizm üzerinden değerlendirmektir, tarihçilerin bile çok yaptıkları bir hatayla rölativizm üzerinden değil.

“Ayasofya içine girildiğinde gerçek bir huzur ve ihtişam uyandıran bir yapıdır ve İstanbul’un fethinin simgesidir.”

İstanbul’un Fethi deyince benim kafamda oluşan imge şu oluyor: Osmanlı’nın Batı’ya “medeniyet” getirmesi. Aynen Amerika’nın Doğu’ya medeniyet getirmesi gibi. Hemen hemen tüm Müslüman-Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlı’da gördüğümüz bu zorbalık beni rahatsız ediyor. Lisede tarih dersinden kalanlar için geliyor: Türk-İslam kültürlerinin tarihte bizi ulaştırdıkları yer şudur: fethettiğin yerdeki en büyük ibadethaneyi camiye çevireceksin. Haydaa! Biz “Osmanlı devleti fethettiği yerdeki kültüre çok saygılı ve hoşgörülüydü” hikayeleriyle büyümedik miydi? “Fetih” ifadesi ise tabii ki buradan oraya bakınca “insanların evlerini yıkmak, adam öldürüp sınır geçmek, toprak almak, askerleri salıp kadınlara tecavüz ettirmek (bu kısmın özellikle Müslüman ve Kalbi Temiz Osmanlı inancına sahip olanlara garip geleceğini, bazılarımızın çok kızacağını biliyorum, ancak tarihsel bir gerçektir), vb.” anlamlarına geliyor. Bunları da maalesef “zamanın ruhu” diyerek sineye çekiyoruz.

“Ayasofya aynı zamanda Hristiyan özellikle Ortodoks dünyasının da simgesidir.

Ancak Hristiyan dünyası ciddi bir inanç krizi içerisindedir. Tesliste ısrarları nedeniyle kuzey Avrupa ve Fransa’da nüfusun yarısı ateizmi inanç olarak kabul ederek kiliseden kopmuştur.

Dini din için seven gerçek dindar Hristiyanlar İslam dininin tevhid inancını kabul ettiklerini ve İslam Peygamberinin son peygamber olduğuna inandıklarını beyan etmektedirler.”

Nevzat Hoca buralarda çığır açmış. Azıcık din kültürü bilgisi olan çoğu kişi bilir ki Ortodokslar-Katolikler-Protestanlar temel bir çatı olarak “Hıristiyanlık” altında olsalar da hem kafaları çok çok farklıdır, hem de birbirlerinin inaçlarıyla pek hoşlaşmazlar. Bu yüzden Ayasofya aslında Ortodoks Hıristiyanlar dışında çok da kimseyi “dini bakımdan” enterese etmemektedir Batı’da.

Hıristiyanlık inanç krizi içinde! Oh yeahhh! Bunu diyen bunu da dedi: Avrupa Birliği çok sıkıntıda, biz Türklere ihtiyaçları var. Yahu ülkecek ne zaman vazgeçeceğiz “şunlar sıkıntıdalar, yine biz daha iyiyiz” diyerek kendimizi avutmaktan? Bu ülkede nüfus cüzdanında İslam yazan ama hayatında bir caminin içine girmemiş, Allah adını sadece sıkıntıya düştüğünde hatırlayan, teknik olarak (İslam’ın kendi oluşturduğu tanımlamalar itibariyle) Müslüman sayılmayabilecek, veya yine nüfus cüzdanında İslam yazan, ama inançsız olan ve bunu çevresinden çekinmesi nedeniyle dile getiremeyen, veya getirebilen kaç kişi var kim bilir, ama sıkıntıyı hep başkalarında arıyoruz. En azından orada düşünce ve ifade özgürlüğü olduğu için eğer bir “inanç açısından sıkıntı” varsa bu özgürce yaşanabiliyor veya ifade edilebiliyor, burada o da doğru düzgün yapılamıyor. Yani asıl sıkıntılı olan biziz. Ayrıca ateizm inanç olarak kabul edilmez. Evet, bir tanrının varlığına inanmamak da bir tür inançtır, ama inançlar “kabul edilecek”, veya “karar verilecek” şeyler değildir. İnanmaktan, içten gelirler. Bu inanma veya inanmamanın, içten gelmenin sebepleri ve öncüleri olabilir, ama kimse kalkıp da “dur ben Ateist olayım” demez, der ki: ben böyle inanıyorum, demek ki kendimi böyle tanımlamalıyım.

“Dini din için seven gerçek dindar” ölçütü ne acaba? İnsanların “kişisel olması gereken” inançlarıyla ilgili bu kararları neye göre veriyoruz? Ya da verme hakkına sahip miyiz? Bence değiliz. Ve özellikle bu olayla ilgili sırf fikir ifade etmek için işimize geleni “gerçek”, işimize gelmeyeni veya fikrimizi desteklemeyen şeyleri “sahte” olarak nitelendirmeyi saçma buluyorum.

Öte yandan bu “gerçek” dindar diye tanımlanan Hıristiyanlar çoğunlukla “Barnabas İncili”ne inananlar oluyorlar, ki bunların sayısı da çok çok az. Barnabas İncili özellikle Müslümanlar tarafından sıkça kullanılıyor, çünkü Hz. Muhammed’i son peygamber olarak kabul ediyor. Ama diğer inciller “değiştirilmiş” veya “sahte” kabul ediliyorlar. Buradaki görüş de “işimize geleni gerçek, işimize gelmeyeni sahte” kabul ettiğimizin bir ispatı değil mi? Lütfen düşünün. Hani çok istatistiğe vurulası bir mesele değil ama, dünyadaki milyonlarca Hıristiyanın yanlış olma ihtimali bir avuç Hıristiyanın yanlış olma ihtimalinden daha düşük değil mi?

“Allah birdir Muhammed onun kulu ve elçisidir” diyen ama hiristiyan kültürünü bırakmayan insanlarla kucaklaşmak aslında bu topraklarda yaşayan “Mevlana ruhuna” da çok uygun olmaz mı?”

İslam özü ve kendi içindeki tanımlamaları itibariyle şunu ifade eder: Hz. Muhammed gelmiştir, İslam ilan olunmuştur, ve o ana kadar gelen tüm metinler ve öğretiler geçersiz kılınmış, İslam tek başına tepeye konmuştur. Yani hem Allah birbir, Muhammed onun kulu ve elçisidir deyip hem Hıristiyan olunabilir, ancak bunun İslam dini açısından hiçbir esprisi, hiçbir değeri yoktur.

“Ben siyasetin toplumdaki bu talep karşısında fazla duramayacağını düşünüyorum. Müze olmaktan çok daha ecdadımızın ruhunu şad edecek bir çözüm olarak da düşünmek gerekir.”

Peki Bizanslı ecdadın ruhunu kim şad edecek? Sırf tarihsel süreçlerle burada çoğunlukta bulunuyoruz diye kafamıza göre ruh mu şad edeceğiz, yoksa adil ve insancıl olarak mı inceleyeceğiz meseleyi?

“Bu görüş tartışılırken dindar Müslümanların kolay bir din olan Hristiyanlığa geçişi hızlandırır misyonerliği destekler endişesi göz önüne alınmalıdır.”

Hıristiyanlığın eskisi kadar keskin yaşanmıyor olması onu kolay bir din mi yapıyor? Hayatından bezmiş sıkı Hıristiyanlar tanıyorum. Belki Müslümanlarla aynı karakterde bir hayatından bezme değil ama onların da sorumlulukları var. Neye göre kolay hem?

Misyonerlik konusunda ise, global kabul gören İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre her insanın inancını yayma özgürlüğü olması gerekmesini bir kenara bile bıraksak, neden iş İslam’ı yaymaya gelince bayıla bayıla destekliyoruz, yurtdışında cemaate ait kurumsak ve sistemli okullara imrenerek bakıyoruz da, mesela Taksim’de bireysel olarak İncil dağıtan Hıristiyan’dan ölesiye nefret ediyoruz? Bence asıl “göz önüne alınması gereken” konu budur.

“Böyle bir girişim zihinlerdeki “Dinler ayrımcılık doğurur barışa hizmet etmez” algısını değiştirecek duvarları yıkabilir diye düşünüyorum.”

Eğer Ayasofya gerektiği gibi “Kilise olma süreci üzerinden” özüne dönecekse ancak teoride barışa hizmet etmesi gereken bir sonuca ulaşılabilir diye düşünmekteyim. Eğer “cami olma süreci üzerinden” özüne dönecekse burada biraz samimiyetsizlik etmiyor muyuz? Yani “özüne dönecek, ama tam dönmeyecek, burayı biz “aldık” ve bizim istediğimiz kadar dönecek” demiş olmuyor muyuz?

Yazının ayrıntılarıyla ilgili görüşlerim bu kadardır, ama konuyu burada uzatmak ve genel olarak algılanmasına yardımcı olmak istiyorum. Müslümanlar kendilerince haklı olarak “gelmek ve almak” davranışını benimsemişlerdir. Bunun sebebi ise semavi dinlerin ve kitaplarının yapısal farklılıklarıdır. Örneğin Tevrat içerik olarak yeterince zengin değildir veya İncil’in önemli bir kısmı “ibret verici” hikayelerden ve mesajların bir “plot” üzerinden verilmesinin amaçlandığı kısımlardan oluşmaktadır, bu yüzden bu kitaplar, dolayısıyla da bu dinler insan hayatını ayrıntılı şekilde yönlendirmek konusunda başarısız kalmışlardır. Tarih boyunca çeşitli “dindar” gruplar dışında çoğu kişi de bu “yönlendirme” eksikliğinden dolayı bu dinleri “kolay dinler” olarak tanımlamıştır. Oysa teknik olarak bu dinleri kolay veya zor diye nitelendirmek manasızdır ve imkansızdır da, çünkü tarzlar farklıdır ve böyle bir karşılaştırmaya izin vermemektedir. Kuran’da ise birbirinden keskin bir çizgiyle ayrılan iki tip yazım görüyoruz. Birincisi yine ibret verici olması için araya mesajların ve doğa üstü olayların (mucizelerin, vs. ör: yukarıdan taş atan kuşlar ve filler) sıkıştırıldığı “öyküsel” yazımdır. Bu öyküsel yazım literal sonuç çıkartmaya el vermez. Buradaki “öyküsel” anlatımdan dersler ve mesajlar çıkartılır. İkincisi tanım ve emirlerden oluşan yazımdır. Bu kısımlar literal sonuç çıkartılacak kısımlardır ve direkt olarak mesaj veya emir verirler, ya da tanımlama yaparlar. Kuran’daki bu iki yazım şeklinin özellikle diğer kitaplardan ayrılan en önemli ortak noktası “Allah ağzından” olmasıdır. Kuran’daki her şey Allah’ın sözüdür ve Müslümanlar bu yüzden diğer semavi dinlerle karşılaştırıldığında Kuran’da literal algılanması mümkün olmayan şeylerin bile çoğunu literal algılarlar. Literal algılamalarına uygun yazılan kısımları da “e doğal olarak” öyle algılarlar. Dolayısıyla Kuran’ın inanan kişi üzerindeki “yönlendiriciliği” çok yüksektir. Kuran aynı zamanda “Müslümanlara” değil de, “tüm alemlere” gönderildiği bilgisini içerdiği için yine diğer semavi dinlerden farklı olarak Kuran’da tasvir edilen veya emredilen yaşam biçimi Müslümanların inançlarına göre tüm insanlar için tasvir edilmiş veya emredilmiştir.

Hıristiyan birinin Hz. Muhammed’i bir resimle tasvir etmesi bu yüzden bu kadar rahatsız eder Müslümanları. Hıristiyan biri çıkıp “ben senin gibi inanmıyorum, bu yüzden benim senin inancınla alakalı bir şey konusunda ne yaptığım seni bağlamamalı” derse Müslümanların bunu algılamaları mümkün değildir, çünkü inancı ne olursa olsun, herkes (İslam inancına göre) Kuran’da bahsedildiği gibi davranmalıdır Müslümanlar için. İşte bu yüzden Ramazan’da yemek yiyenlere dayak atılması olayları gerçekleşir. “Canımız çekiyor, bize saygı göstermiyorlar” meselesinden değil. Öyle bile ifade edilse, asıl mesele “herkesin, ama herkesin” öyle davranması gerektiğine inanılmasıdır içten içe. Bu yüzden Müslümanlar tarih boyunca gelmiş ve istediklerini almış, alamadılarsa zarar vererek tatmin olmuşlardır. İslam Medeniyeti’nin yayılması da savaşlarla olmuştur. Zaten “aaa, İslam diye bir şey varmış ve bana mantıklı geliyor, sanırım inanıyorum” tarzı bir şey hem gerçekçi değil, hem de öyle olsaydı şu an tüm inançsal kesimler bakımından daha barışçıl bir ortamda yaşıyor olurduk. Aynen Hıristiyanlığın (bana göre İslam Medeniyeti’ne bir tepki olarak) sonradan aldığı şekil gibi, Müslümanlar o diyarlara gitmişler ve inançlarını kabul ettirmişlerdir, yani oraları “almışlar”dır. Neden mi? Çünkü “herkes, ama herkes” öyle yaşamak durumundadır.

Bu bahsettiğim ayrıtıların günümüze yansıması “Müslüman kibri” şeklindedir. İşte Ayasofya’nın tekrar kilise değil de tekrar cami olması isteği de bu yüzdendir. Çünkü zamanında gelinmiş ve alınmıştır ki, insanlar şimdi de gelmek ve almak istemektedirler. Sayın Nevzat Hoca’nın “orada binlerce kişi namaz kılsa devlet bir şey diyemez” açıklamasını ise hedef gösteren bir açıklama olarak görüyorum. Hani bahsedilen şeyin hiçbir zararı yok. Girsinler, namaz kılsınlar, hiç kimse de bir şey demesin, ne hoş. Ancak bu açıklama ayrıca “oraya girseler binlerce kişi, açık-saçık giyinip günah işleyen (inançları önemli değil, dediğimiz gibi “herkes” belli kurallara göre yaşamak durumunda) turistleri saçlarından sürükleyerek dışarı atsalar kimse bir şey diyemez” anlamına geliyor. Bir kitleye çağrı yapacaksanız bu çağrının olumlu sonuçlar doğurması açısından kitlenin niteliklerini iyi şekilde incelemeniz gerekiyor. Eminim sayın hocamız yaşı ve tecrübesi itibariyle bunu benden çok daha iyi biliyordur. Bence Müslümanların bu kibrinden ve “gelip alma” kültürlerinden önce “aklı sağlıklı” Müslümanların rahatsız olmaları gerekiyor. Ben olayın dışından bakınca bile tek derdi inancını yaşamak olan Müslümanların düştükleri çirkin duruma üzülüyorum.

Kuran’ın büyük ihtimalle değişmiş olduğunu başka bir yazımda uzun uzun, özellikle Kuran’la ve Müslüman bilim adamlarının da kabul ettikleri kaynaklara referans vererek anlatmıştım. Ancak hayatımda en çok üzüldüğüm şeylerden biri oldu geçen sene, ve o yazıyı kaybettim. Derginin sistemi çöktü, bazı yazıları kurtardık, bazılarını kurtaramadık. Yine önümüzdeki günlerde tekrardan bir arşiv taraması yapacağım. Belki aradan bir yerlerden çıkar. Çıkarsa da önce burada paylaşacağım.

Yusuf Salman

yusuf.salman@konseptdisi.com

www.konseptdisi.com

www.yusufsalman.com

www.harunyah… şaka şaka =)


Comments

3 responses to “Ayasofya İçin Sıkıntılı Bir Teklif”

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.