Davutoğlu’nun Telefonu, Bill O’Reilly’nin Televizyonu

İçinde başka pek bir bilgi olmayan, 1 dakikalık bir görüntü izledim. Konuyla ilgili çok yorum ve haber dönmüş ama konu çok açık ve net olduğu için onları incelemeye gerek görmedim; çünkü haber ortada, ve geri kalan her şey yorum. Görüntüde bir taşeron firma işçisi, belki ülkemizdeki korku ve ağır “devlet büyüğüne saygı” ortamından kaynaklı olarak geçim sıkıntısıyla ilgili yaklaşıyor. Taşeron şirketlerin kötü uygulamalarının da bir özetini geçtikten sonra Başbakan’a çocuklarının fotoğraflarını göstermek için telefonunu çıkartıyor. Başbakan ise “taşeron ama telefonu var” deyip gülüyor.

İşçi doğal bir tepki olarak otomatikman savunmaya geçiyor “150 lira” şeklinde. Tabii ki böyle bir açıklama yapma zorunluluğu yok, ve Davutoğlu’nun da “telefonu var” derken “cep telefonu sahibi olma” olgusunu kastetmediği belli. Davutoğlu, muhtemelen 1000 TL’ye çalışan bu işçinin telefonunun çok çok eski, sadece “iş gören” (SMS atan, arama yapan) bir telefon olmasını beklerken, karşısında tamamen samimi duygularla çok sevdiği çocuklarının fotoğraflarını telefonunda gezdirebilen bir baba buluyor. Yani madem fakirsin, yüzlerce milyon insanın sahip olduğu “renkli ekran” lüksünü hak etmiyorsun. 2015 yılında bu bakış açısının “ayakkabıya ne gerek var, iki ayağına iple tahta bağla, aynı işlevi görüyor” yaklaşımıyla farkı yok.

billoreilly

Kısacık ABD’ye dönelim. Geçtiğimiz hafta Bill O’Reilly’nin “televizyon” yorumu birçok aklı başına insanı çileden çıkartmıştı. O’Reilly’nin referans verdiği istatistiklere göre devletten -fakir olduğu için- yardım alanların yüzde bilmem kaçının evinde en az bir televizyon vardı. O’Reilly ise bunu, araştırmada televizyonun marka, model ve türüne dair bir ayrıntıya hakim olmamasına rağmen şöyle aktardı: “hem bizim vergilerimizle yardım alıyor, yemek fişi topluyorlar, hem de hepsi gidip flat-screen (bildiğiniz LCD-LED vs.) televizyon alıyorlar.” Çarpıtmanın bu kadarı… Yani çocuğuna yedirecek besleyici, kaliteli yiyecek bulamayan, üretemeyen, pişiremeyen ebeveynler, Bill Amca’ya göre bu yemek fişlerini kumar oynamak, lüks eşyalar almak, ve benzeri şeyler için kullanıyorlardı.

Ülkemiz siyasetçileri ve etkili/ünlü insanlarının olduğu kadar, ortalama vatandaşının da anlayamadığı bir “ihtiyaç” meselesi var ortada. İnsanlar çok kötü şartlara maruz kaldıklarında doğal olarak ilk hayati ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Devlet veya kamuoyu ise, herhangi bir düzeyde sıkıntı yaşayan herkesin bu mantığa göre hareket etmesini bekliyor. Oysa medeni ihtiyaç diye bir şey var. Bill O’Reilly vicdansız bir it olabilir, dolayısıyla onun televizyon açıklaması bu konunun dışında. Peki siz, son yirmi-otuz yılda birisinin evine gidip, televizyon sahibi olduğunu görüp, “vay anasını, ne kadar da ilginç bir şey” ya da “bunlar zengin olmalı” dediniz mi? Demediniz, çünkü lüks değil. Ya da bir çamaşır makinesi, ya da bir mikrodalga fırın…

En kötü ihtimaller düşünüldüğünde aç, susuz, evsiz olan birinin çamaşır makinesi almasını beklemezsiniz. Hatta biraz daha vicdansız olursak, kirada yaşayan dar gelirli bir aile de çamaşırlarını gayet elde yıkayabilir. Bulaşıklar mı? Onları hiç saymıyorum bile. Bu örnekler biraz daha kabul edilebilir, “beyaz eşya” olarak literatüre geçmiş, evin temel eşyaları olarak akıllarda yer etmiş oldukları için fonksiyonları ve onlara ihtiyaç duyma seviyemiz bir “akıllı telefon” ya da “akıllı gözüken telefon” kadar gözümüze batmıyor. Düşünüldüğünde ütüye de ihtiyacımız yok çünkü. İki üç kırışıklık hayatımızı mahvetmeyecek.

Devlet adamı fakir, dar gelirli, az ya da çok sıkıntılı her insanın evsiz-barksız, aç-susuz modeli üzerinden strateji belirlemesi gerektiğini düşünüyor. Yani kendisinden az daha iyi durumda olan ailenin çocuğuna iPhone alınsın ve o çocuk o telefonla kedi fotoğrafı paylaşabilsin, ama bir taşeron işçisi 150 TL verip çocuklarının fotoğraflarını bulundurabileceği bir telefona sahip olmasın. Çok görüyorlar. İşte bunlar hep medeni ihtiyaçların insanlığın ne kadar büyük bir parçası olmaya başladığının, otorite tarafından çoğu zaman “tok açın halinden anlamaz” şeklinde reddedilmesinin sonucu. Ki bu mesele özünde gelir seviyesinden bağımsız bir kavramın sadece belli bir gelir seviyesine yönelen eleştirisi meselesi.

Bazısı ayda yılda bir, bazısı haftada birkaç kere dışarıda yemek yiyen insanlarız mesela hepimiz. Orta gelirli bir ailenin bireyi de dışarıda karnı acıkınca bazen ya da çoğu zaman gidip bir kafede 1-2 lira maliyetle üretilmiş bir makarnaya onlarca lira veriyor Umut Sarıkaya karikatürü misali. Zengin bir ailenin bireyi de aynı şeyi yapıyor. Fakir bir ailenin bireyi, belki önceki iki örnekten çok daha nadir de olsa yapıyor bunu. Tek eleştirilen ise bu üçüncü örnek. Bütçesiyle ilgili planlamayı ucu ucuna tutturabilen bir tür değiliz insanlık olarak. Bu da çok normal. Duygusal olmak da çok normal, canı istemek de çok normal, bir miktar israf yapmak da çok normal. Normal olmayan şey, aramızda bazılarının (milyonların) dışarıdayken bir yere oturup kaliteli yemek yemek yerine, bazen günde birkaç öğünü 1 liralık simitle geçiştiriyor olması.  Simit çok acayip bir şey. Çok küçük bir kesim için tatlı bir hobi, bir Türkiye -özellikle İstanbul- fenomeni simit. Geri kalanı için ekonomik bir mecburiyet. Besin değeri çok kısıtlı, çoğu zaman doyurucu da olmayan bir mecburiyet. Garip olan “sikindirik bir makarnaya” arada bir 20 TL vermek değil, her sabahı simitle geçirmek.

Konu fakirin stratejik kararları olduğu zaman herkes topun başında, oysa asıl sorgulanması gereken şey sorgulanmıyor. Sırf ekranı renkli ve çocuk fotoğrafı koyulabiliyor diye işçinin 150 TL’lik telefonuna şakayla karışık da olsa laf edenler, acaba bu lanet ülkede, dünyadaki birçok insan için normalleşmiş bir iPhone’un fiyatı neden aylık asgari ücretin üç katı diye sormuyorlar. Yani aylık 3000-5000 geliri olan da 3000-5000 gelirli yaşam tarzını aşan çok karar veriyor, ve geliri, kredi imkanları, gelişme imkanı daha geniş olduğu için zora girmiyor. Biz ona laf etmiyoruz, simitçinin “bile” iPhone’u olmasına laf ediyoruz.

Maalesef asıl mesele “fakirler kötü karar veriyorlar ve bize de kendilerine de masraf oluyorlar” değil. Fakirler de sizin verdiğiniz kalitede kararlar verebiliyorlar, merak etmeyin. Sorun emeğin karşılığının ödenmemesi, insanların -asgari ücreti kabul etsek bile- hak ettiklerinden ve sürdürebileceklerinden daha kötü şartlarda çalışmaları, ve bu lanet ülkede her şeyin bu yaşam şartlarına göre çok pahalı olması. Kişi başına düşen milli gelirimiz ve borcumuz korkunç miktarda. Medeni bir şekilde yaşamak ve zaman zaman tatlı medeniyet şanslarına sahip olmak için bu şartları zorlamak durumunda kalıyoruz. Sorun simitçi çocuğun muhtemelen asgari ücretin de altında bir gelir ile, muhtemelen kaçak olarak çalıştırılıp hayatının en önemli dönemlerini hak ettiği parayı alamayarak harcaması. Sorun onun belki gelirinin üçte birini bir iki yıl feda edip onlarca taksitle “ortalama bir ülkede yarım maaşla ve taksitsiz gayet alınabilen” telefonu alması değil.

Bu kadar insanın yoksulluk, açlık sınırlarının altında olduğu bir ülkede bu kadar korkunç, zalim düzenlemeler ve vergiler varken, çıkıp zaten kötü şartlarda yaşayan, en temel şeyler için bile sizden çok daha fazla hesap yapmak durumunda kalan insanlara “yanlış karar veriyorsun” demek için cidden vicdansız olmak gerek.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.