Geçmişe Özlemin Geleceğe Yetmemesi

Ülkelerin ve kültürlerin çeşitli özellikleriyle ilgilenenlerin aşina oldukları bir konu var: “nerede o eski Xler” meselesi. Yani bayramlar, çocukların dışarı çıktıklarında oyun oynama şekilleri, misafirperverlik gibi şeyler. Bunların hepsinin kocaman bir göz boyama projesi olduğunu anlamam pek uzun sürmedi.

Örneğin Hollanda’da eşcinseller evlenebiliyorlardı, bu bizim ülkemiz için erişilmesi yüzyıllar alacak bir süreçti. Ama “olsun”du, bizim ülkemizde komşuluk ilişkileri çok iyiydi. İsveç’te insanlar insan haklarından ve günlük rahatlıklardan bezmişlerdi ve “acaba yara bantlarının rengi ırkçılığı körüklüyor mu” gibi sikko şeylerle uğraşıyorlardı, ama bizim ülkemizin misafirperverliği meşhurdu. “Gavurun çocuğu” kendini kendi kendine geliştirebileceği muhteşem eğitim sistemleri altında okuyabiliyordu, ama bizim çocuğumuz “hayat üniversitesi”nden mezun olabiliyordu.

2014-07-10 19.54.05-1

Ne zaman diye sorsanız hatırlamam, ancak sokakta top oynadığımız dönemler gerçekten güzel dönemlerdi. Yolun ortasına ikişer taş atıp, onu “kale” belleyerek futbol oynardık. Amatör futbolla haşır neşir olmam da buradan başladı. Sitede veya izole mahallede büyümedim. Çocukların mümkün olduğunda serbest zamana, deneme-yanılma şeklinde oyun ve eyleme maruz kalmaları gerektiği görüşünü sonuna kadar savunuyorum. Belki “biz öyle büyüdük” diye savunuyorum, ama madalyonun bu tarafı da pek güzel değil.

Yaş ilerledikçe “kösele ayakkabıyla önünden geçen topu tepeye diken mahalle abisi” kavramı o kadar “bizden” gözükmüyor. Ya da yola taş koyduk diye biz daha o taşı kaldırmadan anamıza avradımıza küfretmeye başlayan amcalar pek de hoş insanlar değiller. Komşuluk ilişkileri desek, bu ilişkiler de akşama kadar kim kimi sikmiş, kim kimin evindeymiş, kim nereye gitmiş gibi yüzeysel şeylerin muhabbetinden ibaret. Misafirperverlik ise Türkiye insanının turiste sevimli gözüküp parasını çarpması üzerine kurulu. “Nerede o eski bayramlar” muhabbeti ise daha çok bu ülkeyi yıllarca eylemleriyle veya oy verdiği partilerle mahvetmiş insanlara hitap ediyor. Yoksa otuzuma yaklaşırken bana harçlık falan verilse, özetle bir sike derman olunsa ben de eski bayramları ararım. Yani düşünün, Kurban Bayramı gibi bir ritüel bile artık ikinci güne sarkan, tamamen dinsel bir şeyin her ne şekilde olursa olsun icrasına yönelik, içi boşaltılmış bir ritüel, ve Ortadoğu kültürü bu düz şeyi bile sizin için mahvetmek için elinden geleni yapıyor.

Hep bahsettiğim bir “soğuk İngiliz örneği var”. Belki bana denk gelen kesim öyledir, bilmiyorum, ama İngilizler soğuk falan değil. Hatta yıllar önce yaptığım bir tespit olarak, İngilizler de bizim gibi çekmeyen televizyona birkaç kez vuran, aynı esprilerden aşağı yukarı aynı tatları alan insanlar. Muhteşemlik düzeyinde kibarlar ve insana yardımcı olabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunu yaparken de karşı taraftan para, çıkar, vs. beklemiyorlar. Bunu medeni bir insan olmanın bir gerekliliği olarak yapıyorlar. İşte bundan da yıllar boyu tanıştığım İngilizler nedeniyle emindim, ama “memleketlerine” gittikten sonra daha da emin oldum. Özel olarak şuna emin oldum: bizim yalnız ve çirkin ülkemizde sıcaklık diye tabir edilen şey düz yavşaklık.

Bana “çıktığı yeri beğenmeyen göt” muamelesi yaparsanız size anında “çıktığım yerlerin” listesini sunarım. Eğitim ve iş hayatım boyunca birçok “mahalle”yi gördüm ve tanıdım, ve tanıdığım her bir insan ülkeyle ilgili ümidimin yok olmasına daha çok katkıda bulundu.

Tabii ki klasik bir Ak Troll ütopyası olan “bunlar bizi sevmiyorlar, çekemiyorlar” retoriğine katkıda bulunabilecek bir düzey değil bu, ve burada iki önemli mesele var. Birincisi, hayır, bu “vatan”ı sevmiyorum, çünkü bu “vatan” bir genç olarak bana sunabileceği imkanların binde birini bile sunmuyor. İkincisi, hayır, bu vatanı sevmiyorum diye bu ortamın piç olmasını, yok olmasını,  tarumar olmasını istemiyorum. Ek olarak, hayır, “ya sev ya terk et” bana uymuyor, çünkü terk etmek için imkanım yok. İmkanım olsa beş dakika durmam zaten. İkincisiyle ilgili önemli bir not olarak, ben buralardan gidebilsem bile, ailem, arkadaşlarım, sevdiklerim halen burada olacaklar. Tabii ki buranın olduğundan daha kötü bir cehenneme dönüşmesini istemiyorum. Sevdiklerime zarar gelsin, onların yaşam kaliteleri düşsün istemiyorum. Tabii ki istemiyorum, manyak mısın?

“Kalıp savaşmak” gibi kavramlar bana çok uzak, çünkü haklarımız, özgürlüklerimiz, yaşam tarzımız üzerindeki tahakküme o kadar çok yol verildi ki, bunun tersine döndürülmesi çok zor. Tabii ki fiziksel veya fikirsel olarak bunun geri dönüşüne katkıda bulunmaya çalışıyorum, ama bu konuda ümit besleyecek kadar saf ve “temiz” değilim artık.

Bu ülkedeki seviyede bir yozlaşmışlık, bir çürümüşlük, bir çılgın aşağılık ile mücadele etmek gittikçe daha da zorlaşıyor. Eğer sizi bu ülkede kalmaya zorlayan şeyler, ve bu şeylere ek olarak sizi bu ülkede tutan soyut şeyler ağır basıyorsa, size cidden kolay gelsin. Anlıyorum, anlamadığım yerleri anlamaya çalışıyorum ve saygı duyuyorum. Yine de bu ülkenin kahrını 28 yıldır çeken bir insan evladı olarak, hem “ya sev ya terk et” retoriğine boyun eğmemenizi tavsiye ediyor, hem de terk etme şansınız varsa bunu değerlendirebilecek kadar gerçeklerin farkına varmış olmanızı diliyorum.

Sevgiler…


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.