Liberal Görüşün Sonunu Getirecek Lanet: Politik Doğruculuk

Başlıkta değinilen liberal görüş, iktisadi görüş açısından liberalliği de içermekle birlikte, bununla sınırlı olmayıp özgürlükçü her türlü görüşü kapsayan bir ifade. Yani başlığa bakıp Twitter’da eleştirdiğiniz “kendine it diyemediği için liberal diyen” tayfayı aklınıza getirmezseniz iyi edersiniz.

Liberallerin özellikle kendi aralarında ve kendi ilgi alanlarını ilgilendiren meselelerde muhafazakarlardan bile daha muhafazakar olabildikleri korkunç bir döneme girdik. Bu dönem insanlığın büyük sorunlar üzerinde tam olarak olmasa da yeterince anlaştığı, ancak bu sorunların önemli bir kısmını çözmemiş bulunduğu bir dönem. Muhafazakar kitle ya bu sorunlarla ilgilenmiyor, ya da bu sorunların parçası halinde. Liberal kitle ise bu sorunları çözebilecek tek taraf olmasına rağmen, “en azından böyle sorunlar olduğu konusunda anlaştığımıza göre…” diye başlayıp daha küçük sorunlarla ilgilenmeye heveslendi.

Özellikle Batı dünyasından, liberal görüşlere son derece ters haberler alıyoruz. İşin en acı tarafı, her türlü devletçi sorununa rağmen en azından ifade özgürlüğü konusunda dünyanın tartışmasız en iyi durumdaki ülkesi ABD, bu haberlerde de önde yürüyüp bayrak sallıyor. Muhafazakarlara göre, liberallerin çoğunlukta olduğu yerlerde muhafazakar söylem kısıtlanıyor. İnceledim, haklılar, ancak daha da ilginç bir nokta var. Aynı yerlerde yine kayda değer miktarda, farklı liberal görüş, toplumun geneline aykırı, anti-muhafazakar görüşler de baltalanıyor. Örneğin örneğin maruz kaldıkları farklı ortamdan kaynaklı stresini azaltmak için “köpek sevme odaları” kuran üniversiteler var. Bunlar size sevimli gözükebilir, ve öğrencilik sürecinde stresle savaşabilmek de çok önemli, ama bazı kurumlar “kişisel bir nedenden dolayı bir tartışmadan rahatsız olan” öğrencilerin kendilerini güvende hissedebilecekleri özel “mutlu alan”lar kurmuş durumdalar. Çok ciddiyim. İngilizceniz varsa şu linkteki yazıda tarif edilen şey gerçekten katlanılır gibi değil, korkunç. Kısaca ana meseleden bahsedip geçeceğim.

"Ekrem yine kafama Das Kapital fırlattı."
“Ekrem yine kafama Das Kapital fırlattı.”

 

Brown Üniversitesi’nde bir “Cinsel Saldırı(ya karşı) Görev Timi” kurulmuş, ki buraya kadar hiçbir sorun yok. Bunun gerekli olmadığı ortam yaratmak da önemli, ama öğrencilerin konuyla ilgilenmeleri yararlı. Derken bir gün üniversite ortamında cinsel saldırı konusunda bir panel organize ediliyor. Yukarıda bahsettiğim “görev timi”nin başındaki kişi, böyle bir tartışmanın cinsel saldırı mağdurlarını travmatize edeceği fikri üzerinden tartışmaya karşı çıkıyor. Getirilen kişinin “tecavüz kültürü” gibi son derece ilginç, tartışılması önemli bir konuya değineceğine dair bilgi mevcut. Görev Timi’nin argümanı ise, “böyle bir kişiyi konuşturmak insanların yaşadıkları kötü tecrübeleri değersizleştirir”.

Neyse, tartışma organize ediliyor, ve Görev Timi iş başında. Olayı son derece büyük bir ciddiyetle ele alıp, kampüs etrafında organize oluyorlar. “Sizin için güvenli bir alan oluşturduk. Tartışmadan veya tartışmanın varlığından rahatsız olan herhangi biriniz oluşturduğumuz bu alana gelebilirsiniz”. Alanda neler mi var? Kurabiyeler, boyama kitapları, battaniyeler, yavru köpek videoları, baloncuklar, oyun hamurları, yastıklar… Böyle bir dayatılmış, “sürreel düzeyde abartılı bir terapi ortamına zorlanarak dönüştürülmüş”, tam anlamıyla “ürpertici gözüken” bir güvenli alanın, özellikle travma açısından ne kadar yararlı ve güvenli olabileceği konusuna hiç girmeyeceğim.

Shulevitz’in çok mantıklı bir açıklaması var: “bu tür güvenli alanlar, öğrencilerin, akranları tarafından sürekli olarak rahatsız edici ve zararlı olabilecek içeriklerden korunması gerektiği fikrini pekiştiriyor. Herkes buna razı olduğu sürece bir problem yok gibi gözüküyor, ancak bu tür kısıtlayıcı ve başka alanlar için bulaşıcı yöntemler yayılmaya mahkum.”

- Hiçbir beyin, bana dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat edemez. - Tamam abi, sakin ol, geçti.
– Hiçbir beyin, bana dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü ispat edemez.
– Tamam abi, sakin ol, geçti.

 

Yani örneğin bir Sevan Nişanyan’ın “feminizm faşist bir ideolojidir” ifadesindeki çirkinliğe ve önyargıya karşı savaşmak, neden çirkin veya önyargılı olduğunu tartışmak, bununla ilgili toplumsal çözümler üretmek için toplanılmış bir kulüp ya da topluluk, nihayetinde sahne basıp adamı zorla susturmaya çalışan bir topluluğa dönüşebiliyor. Üstelik üniversite gibi en uçuk görüşlere bile maruz kalmamız, bunları tartışıp tartabilmemiz, kendimizi bunun üzerinden geliştirmemiz gereken bir yerde.

Kökeni yıllar öncesine dayanan, yetişkinin başka yetişkinler tarafından, diğer yetişkinlere karşı sözel düzlemde korunduğu, böylece eleştiriden, rencide edici veya rahatsızlık verici hemen her tür söylemden izole edilmiş, “güvenli” topluluklar zaten biliniyor, her türlü tartışma düzleminde görülüyordu. Yine de bu işin bu kadar kontrol edilemez bir hal alması bu tür güvenli alanları, ve güvenli alanların başında bekleyen sosyal adalet savaşçılarını destekleyen korkak ve konuya da uzak politik doğrucular sayesinde gerçekleşti. Özellikle son birkaç yılda ortaya çıkmış bu korkunç, yavşak saygı kültürü nedeniyle herhangi bir insanı rahatsız etme olasılığı olan çoğu şey “rencide edici ve (temelde öyle olmasa bile) ‘muhtemelen NEFRET KÖRÜKLEYİCİ’ söylem” olduğu gerekçesiyle ya yasaklanıyor, ya da üzerine çeşitli çekinceler koyuluyor. Artık azıcık, birazcık radikal görüşler, muhafazakar eğilimlere aykırı olsalar ve ana konu başlıkları üzerindeki tartışmayı besleyecek olsalar bile tartışılamaz hale geldiler. Üstelik bu dünyanın ifade açısından en özgür ülkelerinde, ve işin daha da acı tarafı, bu ülkelerin üniversitelerinde bu düzeyde. Başka ortamlarda ne düzeydedir, düşünmek bile istemezsiniz.

Kaldı ki, bu konuya bu düzeyde ve bu kadar ihtiraslı şekilde merak salmaya ilk başladığım zamanlarda, bu saygı kültürünü, daha doğrusu bunun dayatılmış kurumsal şeklini test etmek geldi aklıma. Onlarca farklı ülkeden katılımcıların günlerce birlikte zaman geçirdikleri bir organizasyonun oralarına doğru, düzenleyicilerden biri bir e-mail attı. Ne olduğunu bile hatırlamıyorum, ki önemli değil. Ben de “bu e-mail dini inancıma saygısızlık ediyor” diye cevap verdim. O kadar iş arasında anında cevap geldi Amerikalı’dan, “sen ciddi misin? özür dilerim :(“. Bu çok basit bir refleks olarak görülebilir, ama sonradan konuştuğum kadarıyla (anında “ciddi değilim tabii” diye düzelttiğim) cevabımı bir süre ciddiye almıştı, ve beni rencide etmiş olabileceği ihtimali karşısında kalakalmıştı. Oysa o maildeki konuyla ilgili rencide olmak için mal olmak gerekiyordu. Yine aynı şekilde, o maildeki konuyla ilgili rencide olabilecek milyonlarca insan da dünya üzerinde mevcuttu. Konuyu değerlendirmeden özür dileyen pozisyondan bahsediyorum.

Politik doğruculuk deyince aklıma Oxford Union münazarasında “İslam sevgi ve barış dinidir” tarafını içten ve samimi şekilde savunan, ancak o kadar medeni bir ortamda yüzlerce kişinin içinde tek bağıranın, etrafını azarlarcasına dolmuş şekilde konuşan tek kişinin kendisi olduğunu fark edemeyen Mehdi Hasan geliyor. Ya da bazı muhafazakar arkadaşların seks bulmuş ergen gibi coşarak paylaştıkları, karşısındaki belli düzeyde cahil CNN muhabirlerini önemli bir kısmı yalan yanlış, veya alakasız bilgilerle uyutup “göt eden” Reza Aslan geliyor. Ya da artık açıklamaya bile gerek duymayacağım Tariq Ramadan gibi dalyaraklar geliyor. Bahsettiğim şey iyi anlaşılsın diye tek bir meseleden örnek veriyorum.

"Bunu yazan tosun, islamcılara kosun." - Maajid Nawaz
“Bunu yazan tosun, islamcılara kosun.” – Maajid Nawaz

 

İslam kaynaklı, ya da İslam’la uzaktan dahi olsa alakalı herhangi bir şeyi İslam kelimesini göğsünü gere gere kullanarak tartışmak mümkün değil. Ortam suyu bulandırmaya kendini adamış apolojistlere, politik doğrucuların bayıldıkları apaçilere kalmış durumda. En ufak bir aksi söylem, var olan sorunları çözme potansiyeli çok büyük olsa da, birilerini incitebilir ya da yanlış anlaşılabilir, hatta başımıza bela getirebilir diye halının altına süpürülüyor.

Örneğin geçen gün, anladığım iki buçuk dilde 20 sefer civarı çeşitli çevirilerden baştan sona okuduğum, üzerinde yıllarca çalışma fırsatına sahip olduğum bir kitapla ilgili bir arkadaşımın paylaşımı üzerine yorum yaptım. Ünlü bir “hoca”yla ilgiliydi paylaşım, ve arkadaşın önceki birçok paylaşımı paranoyak bir düzeyde “islamofoblar uzak dursun” gibisinden ifadeler içeriyordu. Ben buna hiç takılmadan kısacık bir “ama o mesele öyle değil ki” dedim diye “X’ten daha çok biliyorsun tabii” oldum. Mesele benim X’ten, ya da X Hoca’dan daha çok bilmem değil, çalışma konumun o olmasıydı. O spesifik konuyla gençliğimin ilk yıllarından beri ilgiliydim ve dar veya kapsamlı birçok akademik ve profesyonel çalışmamda o konuyu araştırırken elde ettiğim bilgileri kullanmıştım. Konu azıcık tartışılsaydı, tartışılmak istenseydi ve “birileri incinebilir” ya da “benim bu konudaki tutumum biraz peşin hükümlü çıkış gibi görünebilir” yoluna gidilmeseydi, hepimiz sevgi ve saygı çerçevesinde konuyu değerlendirecektik. Meselenin “neden öyle olmadığına” dair kaynaklarımı sunacaktım tartışmanın gidişatı hoş gelseydi, belki o kaynaklarla ilgili benim bir hatam vardı, ve son derece medeni bir şekilde olabilecek hatalarım bana gösterilecekti. Ben de son derece medeni şekilde o hatalarımı inceleyip işin daha da derinine inerek belki bilmediğim bir şeyler öğrenecektim. Ama bunların hiçbirisi tartışılmadı, çünkü ben X’ten daha iyi bilecek değildim.

Bugün dünyanın hiçbir yerinde, “İslam’la alakalı, İslam’ın kendisinden kaynaklı olmak zorunda olmayan, ancak var olduğu kesin” meselelerin Müslümanlar tarafından çözülmeye çalışılmasına yönelik çalışma yapanlar güvende değiller. Bu insanların çoğu eğitimli, İslam’ı ve sosyal bilimleri öğrenmiş, artı aktarabilen insanlar, ve çoğunluğu Müslüman. Ancak bu insanların İslam’ın yoğun yaşandığı veya toplumun çoğunluğu üzerinde etki sahibi olduğu ülkeler ve ortamlarda televizyona çıkmayı bırakın, sokağa çıkma imkanları bile kısıtlı. Tehditler, saldırılar, yargı düzeyinde müdahaleler, cezalar, vs. nedeniyle tabii… Bu insanlar kendi kimliklerinin önemli bir kısmını oluşturan bir şeyle önemli düzeyde alakalı bir tartışmayı, bu tarz kimlik ifadelerini imkansız kılacak muhafazakar yerlerde ZATEN yapamıyorlar. Doğal olarak “ideolojik Batı”ya dönüyorlar. Orada televizyona, radyoya, herhangi bir tartışma ortamına çıktıklarında da, aynı muhafazakarlar tarafından “ait olduğu şeyi düşmana şikayet eden ajan” muamelesi görüyorlar. Tanıdık geldi mi? Tabii ki aynı muhafazakarlar, televizyonda ya da gazetede konuyla ilgili yorum yapan -uzmanı olsa dahi- “beyaz adam” gördüklerinde anında “sen ne bilicen ki”ye sarılıyorlar, ya da “bu konuda senin söz söylemeye hakkın yok”a… Tanıdık geldi mi? Bu ikincisi tanıdık gelmiş olsa bile başka bir yazının konusu.

Yani bu insanlar arada kalmış durumdalar. Dünyanın her tarafında o meselenin içinde yer alan tartışılması imkansız muhafazakarlar ile, o meseleyi tartışmak için can atan, olaya özgürlük, eşitlik, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar üzerinden yaklaşan, ancak o meseleden zerre anlamayanlar arasında kalmış bir güruh. Sesleri duyulmuyor, çünkü genelde bu iki kesim tarafından da kısıtlanıyor, ya da en azından anlaşılmıyor, veya anlaşılmak istenmiyorlar. Bu arada kalmış, bir kesim için ajan, düşman, ahlaki olarak zararlı, diğer kesim için birinci kesimin çıkarları üzerinden mastürbatif duyar malzemesi olan bu insanların yokluğunda oluşan vakumu dolduran birileri de çıkıyor tabii ki. Sorunlar doğru düzgün konuşulamadığı için, hadi aynı örnekten devam edelim, ortalıkta milyonlarca mağdur ve binlerce failden başka kimse kalmadı. Batı medyasında kafa kesenler, tehdit yağdıranlar, insanlara hayatı dar edenler tabii ki daha çok yer bulacak, çünkü Batı medyası da dahil hiç kimse “doğrudan, ve ilginç bir şekilde” mağdur ya da fail olmayan, hiç de azımsanamayacak bir kitleyi temsil eden insanlara yer vermek istemiyor. Birinci sebep: ilginç değil. İkinci sebep: bu insanlar meselenin çözümüne yöneldikleri için politik doğruculuk mallığını sallamıyorlar.

Çeviri: "Kafa keserken defalarca Allahu Ekber diye bağırmış olabilirim, ama bunda Kılıçdaroğlu'nun hiç mi suçu yok?"
Çeviri: “Kafa keserken defalarca Allahu Ekber diye bağırmış olabilirim, ama bunda Kılıçdaroğlu’nun hiç mi suçu yok?”

 

 

“Ortada İslam’la en azından bir manada alakalı bir problem var ve bunu önce biz Müslümanlar tartışabilmeliyiz” noktasına gelemiyoruz, çünkü “bunu tartışırsan kafanı keserim”ciler ile, “bunu tartıştığında masum bir şekilde kimseye zarar vermeden inandığım şeylerle ilgili beni rencide ediyorsun”cular arasında kalmış durumdayız.  İkinci kesimin verdiği zarar, uzun vadede muhtemelen kafa kesenlerin verdiğinden fazla çıktı, çıkacak. İmam Gazali denen pezevengin attığı taşı bin yıldır çıkartamıyoruz örneğin. Bu yüzden işin direkt şiddete yönelen kısmıyla savaşmak belki çok daha kolay. Çünkü işin öteki kısmında “söz söylemekten” başka bir suçu olmayan insanları birileri incinebilir diye bilinçli ve sistemli bir şekilde sustururken, “bu insanlar acaba şu sebeple ve şu felsefe üzerinden kafa kesiyor olabilirler mi” gibi çok basit, cevabı da çok ortada bir soruyu halının altına süpürüyoruz. Yani o insanlar ellerinde satır, kılıç ya da balta olduğu için değil, bizim gibi olayın (felsefenin, meselenin) içinde yer almış, görmüş-tanımış, üzerinde çalışmış, sonra dışına çıkmış insanları, ya da olayın halen içinde olup da çözüm arayan “üçüncü grup insanları” konuşturmadığınız için halen kafa kesebiliyorlar.

Mantıklı ya da mantıksız da olsa, genel iki kutuplu görüşün dışında bir şey söyleyen, ve bunu söylerken hiçbir nefret veya şiddet teşvikinde bulunmayan insanlara “sen islamofobsun”, “sen Müslüman düşmanısın”, “sen ırkçısın” diyoruz. Oysa fobi irrasyonel korkudur. Tabii ki bu şekilde bir irrasyonel korkuya sahip olanlar çıkacaktır, ancak bugün dünya üzerinde milyarlarca insanın İslam’dan korkmak için gayet rasyonel sebepleri var. Küçük bir kesim irrasyonel sebeplere sığınıyor veya öyle hissediyor diye var olan gerçek ve mantıklı korkuyu bir kenara atamayız. Bu yazıyı okuyorsanız Türkiye’de yaşayan ya da en azından Türkçe bilen insanlarsınız. İstanbul’un orta yerinde metroya binerken kendinizi güvende hissediyor musunuz? Hissetmiyorsanız, en çok “kimlerden” korkuyorsunuz? Hadi tartışın bakalım, neymiş bu “irrasyonel” iddiası.

Aynı şekilde insanların coğrafi dağılımı ve toplumların politik ilişkileri nedeniyle din ile etnisite kavramlarının büyük ölçüde iç içe geçmiş durumda olması, dinle ilgili herhangi bir tepkinin “ırkçılık” ithamlarıyla karşılanmasını, gerçekten etnisiteyle veya gizli/açık bir nefretle alakalı çıkmasını gerektirmiyor. Ki karşılanıyor, ki böyle çıkacağından eminmişçesine tepki veriliyor. Irkçı, islamofobik, veya Müslüman düşmanı olarak yaftalanıp, belki ÖYLE OLSA BİLE HAK ETTİĞİNDEN çok daha korkunç sonuçlarla karşılanmak istemeyen insanlar, İslam’la ilgili gayet de tartışılarak çözülebilecek bir meseleyi ne kadar tartışabilirler?

"İslam'ın cinsiyetçilik ve kadına karşı şiddetin doğrudan sebebi olduğu konusunda haksızsınız. Mesela Türkiye gibi seküler örneklerde bu böyle değil. Yılda sadece binlerce kadın ölüyor. İslam dünyasını genellediğiniz için ırkçısınız."
“İslam’ın cinsiyetçilik ve kadına karşı şiddetin doğrudan sebeplerinden biri olduğu konusunda haksızsınız. Mesela Türkiye gibi seküler örneklerde bu böyle değil. Yılda sadece binlerce kadın ölüyor. İslam dünyasını genellediğiniz için ırkçısınız, islamofobsunuz ve ayrıca popişiniz çok büyük tamam mı!”

 

Feminizmin içine sızmış, “erkekler kadınları ilgilendiren herhangi bir konuda sussunlar” tarzı baskıcı ve beyinsiz çıkışlar, sırf Sevan Nişanyan’ın feminizme yönelik (haklı ya da haksız) ifadesinden rahatsız olup üniversitedeki tartışmasını basmak suretiyle onu konuşturmayarak tam da o ifadedeki şeyi yapanlar da buna örnek. Irkçı ve çirkin ifadeleri, kenarına bir not düşüp neden çirkin olduğunu tartışarak toplumsal bilinç konusunda fersah fersah ilerleme fırsatı varken, yüzlerce yıllık birikim üzerine oluşturulmuş atasözleri ve deyimler sözlüklerinden sildirmeye çalışanlar, “hiç yokmuş gibi olsun”cular da buna örnek.

"Fallik obje göndermesine katıldım diye kullanılmış ve cinsiyetçiliğe alet olmuş değilim. Ben maaşıma bakarım, size ne amk?" - Emily Ratajkowski
“Fallik obje göndermesine katıldım diye kullanılmış ve cinsiyetçiliğe alet olmuş değilim. Ben maaşıma bakarım, size ne amk?” – Emily Ratajkowski

 

İfade özgürlüğü bizim diğer hak ve özgürlüklerimizin teminatıdır. Başka hak ve özgürlüklerimizden mahrum bırakıldığımızda bunu çeşitli ifade türleri üzerinden başkalarına aktarabilir, her zaman olmasa da çözüm bulabiliriz. Peki bu gidişat böyle devam ederse ve elimizdeki en önemli hak da iyice ortadan kaybolursa ne olacak? Oturup iki kelime bile edemeyen insanlar dünya barışını mı getirecekler? İnsan gibi tartışamayan, bazı konulara yaklaşmaya bile çekinen insanlar açlık sorununu mu çözecekler, gelir adaletsizliğini mi, yoksa aile içi şiddeti mi? Örneğin spesifik bir topluluğa başka topluluklardan çok daha fazla zarar veren, zararlı oluşumların da istatistiksel olarak hemen hepsini spesifik bir topluluk içinden büyüten bir ideolojiyle ilgili bir sorunu, “ya hacı, sorun o ideolojide değil ki” diyerek mi çözeceğiz? Hiç mi “hep böyle baktık, birazcık da böyle bakalım” demeyeceğiz? Maalesef Batı medeniyetinin kendisiyle hesaplaşabilme lüksü ve yeterliliği üzerinden gelişmiş (başka bu tür ilkel dertleri pek kalmadı çünkü) bu eğilim, özgürlükçü tüm görüşlerin kendi içinde muhafazakarlardan daha muhafazakar bir hale gelmesi sonucunu getirdi.

Sırf “internette bir şey söyledi” diye tüm hayatı mahvedilen, işini, ailesini, arkadaşlarını kaybeden insanlar, “sosyal adalet savaşçılarının” aktif zorbalıkları, internetin her şeyin hızlıca yayılabilmesi gibi bir ihtimali sunması, kendine özgürlükçü diyen kişilerin “özgürlükçü değil” diye nitelendirdikleri insanların üstüne bazen binlerce, bazen milyonlarca “özgür görüş” ile çökmeleri, ve asıl önemli meseleleri pratikte tartışılmaz kılmaları derken, en az elli yıl öncesine geri döndük. Muhafazakarlar da bunca bilimsel gelişmeye, insani buluşlara ve medeniyet inşasına rağmen bu yüzden halen varlıklarını sürdürüyorlar. Siz politik doğrucular sik kafalı olduğunuz için. Günümüzde bir şeyleri insanlara döverek anlatmak mümkün değil, çünkü akıllı ya da gerzek, mantıklı ya da mantıksız olmaları fark etmiyor, her zaman daha iyi bir yöntem olduğunun farkında herkes.

Peki ne yapacağız? Politik doğrucu olmayanları dövmeyecek, yasaklamayacağız. Söyledikleri şeyler çirkinse neden çirkin olduğunu, zararlıysa neden zararlı olduğunu, saçmaysa neden saçma olduğunu tartışacağız. Belki bir şeyler öğreneceğiz, belki öğreteceğiz. Belki, eğer politik doğrucu değilsek, “saçma sapan konuşan göt” biz olacağız, ve sözlerin, yazıların, karikatürlerin insanların saçlarını dökmediğini, kemiklerini kırmadığını, popişlerini ısırmadığını size seve seve öğreteceğiz.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.