Kahrolası Liberaller, ve Nedir Bu Sağ-Sol Meselesi

Uzun zamandır blog yazmadığımı bir arkadaşın çok ilgimi çeken bir konuyla ilgili bir yazı paylaşmasından sonra fark ettim. Twitter’dan takip ediyorsanız bileceğiniz gibi son zamanlarda ciddi sorunlarım vardı, zamanım da çok azdı, ama bu kafayı bir şekilde boşaltmak, kağıda ya da sayfaya aktarmak gerekiyor. Olabildiğince kısa tutmaya çalışıp size sağın ve solun tarihinden bahsedeceğim. Sonra liberalizme değineceğim. Artık “kahrolası liberaller” tarzı küfür yemekten bıktık. Bilgi güzeldir, alınız. Çok kısa ve basit şekilde bahsettiğim bu bilgiyi vermeye çalışacağım size.

Htjt8KK

Geleneksel, klasik manada sağ ve sol kavramları -en yayın görüşe göre- Fransız Devrimi’nden geliyor. Zamanında kral destekçileri ve devrim savunucuları ülkenin hal-i pür melalini tartışmak için “meclis başkanı”nın (veya o zamanki eşdeğerinin) sağına ve soluna dizilmişler. O günden sonra var olan basında -artık ne kadar varsa o zaman- ve olayı takip eden kişiler tarafından sağ tarafta oturan, kralı destekleyen muhafazakarlara “düzen topluluğu”, sol tarafta oturan ve değişimi destekleyen liberallere “değişim topluluğu” denmiş. Bundan yüzyıllar önce öne sürülmüş bu bakış açısı, halen birçok alternatife rağmen sağ ve sol deyince insanların aklına gelen ilk şey. Ancak, bunu değiştiren sakallı bir amca var: Karl Marx.

Değişime, özgürlüğe, bireye önem veren liberalizm, konunun ilk tartışılma şekli düşünüldüğünde sola düşüyor, ancak 20’nci yüzyılın başlarında tartışması iyice coşmaya başlayan kapitalizm-sosyalizm zıtlığı bunu kırıyor. Ulus-devlet çılgınlığı iyice coşmuş, siyasetçilerin ve devlet adamlarının (zira pek aktif kadın yok ortada) aidiyet vurgusu ayyuka çıkmış, ve halklar değil, “milletler” adanmışlık istiyor. Kendinden (bireyden) daha büyük, daha önemli bir şeyin parçası olma isteği, var olan dünyada değişim, gelişim gerektiriyor, ve insanların aklına gelen ilk, belki de en kolay değişim ve gelişim formlarından biri kısmi ya da kapsamlı sosyalizm. Yani sosyal devlet, üretim araçlarının kamu adına devlete ait olması (devletçilik), bir miktar “iş gücünün bölümü” (division of labour, iktisatçılar FAV). Yani özetle bütünün selameti için standardizasyon. Sosyalizmle ilgili çalışmayan birçok öğe olduğu için günümüzde sosyalizmin çok tersinde duran ekonomik yapılara sahibiz, ancak sağ ve sola bu ikinci yaklaşım günümüzde ilk yaklaşımla çelişen sonuçlar doğuruyor. Bugünkü post-modern manada sağ ve sol, kapitalizm ve sosyalizm aslında. Liberalizm ise, bu manada oldukça sağa düşüyor.

Kapitalizm en basit ifadesiyle üretim araçlarının özel mülkiyet altında toplanması. İşin serbest piyasa kısmı ekonomik liberalizmle güvence altına alınabiliyor. Özetle liberalizm, devletin serbest piyasanın devamlılığını sağlayabilecek büyüklükte ve güçte olması, bundan daha büyük ya da daha güçlü olmaması. Tanım itibariyle, bir liberalin bireyi toplumdan, vatandaşı devletten, değişimi düzenden üstün tutması gerekiyor. Yani ezberci şekilde liberal saydığınız, uğruna tüm liberallere küfrettiğiniz kişilerin çoğu en temel liberalizm yaklaşımlarıyla bile uyuşmayan kişiler. Unutmayalım ki tüm tavukların kuş olması tüm kuşların tavuk olduğu anlamına gelmiyor. Tüm liberaller post-modern manada sağcıdır, ancak tüm sağcılar liberal değildir.

“Ama Yusuf Bey, biraz önce solcu diyordunuz”. Evet, tüm liberaller klasik manada solcudur, ancak tüm solcular liberal değildir. Türkiye’de sol tartışmalarında en çok sosyalizm ve türevlerini ele aldığımız için dünya genelindeki yaklaşımları -en azından Türkiye ile ilgili konuşurken- dikkate almamaya çalışıyorum, çünkü Türkiye’de sol dendiğinde akla devrim, devletçilik, doğal olarak da özel sermaye ve kapitalizm düşmanlığı geliyor. Türkiye’deki bu durum nedeniyle kendimi solcu olarak nitelendirmekten çok uzağım, ancak bir oksimoron olarak ülkemizde sağcılıkla sadece muhafazakar kıroluğu eşleştirme eğilimi de var. Bu yüzden kendime sağcı da diyemiyorum. Sadece küçük bir tanımsal problem insanı ortada bırakabiliyor bu ülkede. Oysa sağcılık ve solculuk ülkemizde post-modern bir tanıma bürünmeseydi, klasik manasıyla kalsaydı solcu olacaktım, şu anki manasıyla sağcıyım, ancak onunla ilgili bir aidiyet hissetmeme de toplumsal önkabuller engel oluyor.

Bence tüm bu karmaşa içinde kendimizi sağa ya da sola ait hissetmekten ve bunu dile getirmektense spesifik duruşlar sergilememiz daha mantıklı olur. Örneğin insan hakları. ICCPR’ı da, UDHR’ı da, ECHR’ı da savunan kendine “solcu” diyor. Oysa bunlar son derece bireyci, liberal yaklaşımlarla oluşturulmuş metinler. Asıl sorun bu değil, zira klasik manada bunları savunan insanlar zaten solcu, ama bunları savunan insanlar ilginç bir şekilde bireycilikten son derece uzak sosyalist politikaları da savunuyorlar.

Kısaca bu yazıda anlatmak istediğim şey, duruş sergilemek zorunda olmadığımız. Eğer illa ki duruş sergileyeceksek de, sağ ve sol konusunda klasik ve post-modern tanımları bilmemiz gerekiyor. Liberal değerler üzerine kurulu birçok “yüksek insani değer” (copyright: YS, 2000 bilmemkaç [insan hakları, demokrasi, fırsat ve imkan eşitliği]) sırf sevimli gözüktüğü için “sol”un altına yamanmış durumda. Kendimizce sevimli bulduğumuz şeylere sol, kendimizce iğrenç bulduğumuz şeylere sağ diyerek bir yere varamayacağımız ortada. Ben şahsen Twitter timeline’ımda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni öve öve bitiremeyen, ancak birinci protokoldeki özel mülkiyet maddesi yokmuş gibi davranan solcu görmekten yıldım. Yani adamlar sözleşmeye bir şeyler ekleme gereği duymuşlar, ve akıllarına gelen ilk birkaç şeyden biri “özel mülkiyet” olmuş, daha ne kadar liberal olunabilir?

Buraya kadar okuduysanız liberal kimdir, liberalizm nedir meselelerine hakim olmamanız için hiçbir sebep yok. Konu gerçekten çok basit. Biz liberaller olarak devletçi, otorite ve güç sevdalısı, “crony capitalism” delisi, yani liberallikle hiç alakası olmayan insanların görüşleri yüzünden her gün “peki buna ne diyeceksiniz pis liberaller” veya “bakın AKP şunu yaptı, lanet olsun size liberaller” şeklinde aşağılanmayı hak etmiyoruz.

Geçtiğimiz yıl bir sosyoloji dersinde hocam tarafından sorulan bir “Yusuf, sen ekonomistsin, bilirsin” tarzı bir soruya cevap vermek durumunda kalmıştım. Şu an ülkede mevcut ekonomik sistemi soruyordu. Son derece açık bir şekilde “bilmiyorum, anlamıyorum da” dedim. Beklenen cevap “neoliberalizm”di. AKP’nin her şeyi materyal değerlerle ölçen, 2007’den itibaren çöküşe geçen ekonomiyi tanrılaştıran neoliberal bir dönemi olduğu fikrine kesinlikle katılırım, ancak birçok post-modern manada sol görüşlü insanın aksine, AKP’nin neoliberalizm döneminin devam ediyor olduğu fikrine kesinlikle katılmıyorum; çünkü şu an neoliberalizm altında tanrı seviyesinde görülebilecek ekonominin bile zerre sallanmadığı, siyasi sebeplerle feda edilebildiği bir ortamdayız (bkz 2013 sonrası Merkez Bankası yaklaşımı). Türkiye’nin ekonomik sistemi en yakın ifadesiyle “crony capitalism” denen, eş-dost arasında kapitalizmdir. Yani bir manada devletin ve devlet adamlarının uygun gördüğü kişiler tarafından yönetilen, yönlendirilebilen ekonomidir, yani bir manada sosyalizmdir.

Sadece bazı şeyleri, uzun zamandır ifade etmek istediğim şekliyle ifade etmeye çalıştım. Aylardır ilk ciddi blog yazım. Umarım bazı ana meseleleri yeterince açık anlatabilmişimdir. Liberalizmden ya da liberallerden nefret etmeyin, yapmanız  gereken çok daha güzel, iyi, önemli şeyler var.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.