Dertleşme 1: Türkiye’de Sevdiğin Şeyi Yapmanın Dayanılmaz Ağırlığı

En son 25 Kasım 2014’te Türkçe bir şey yazmışım, bunu en son ne zaman Türkçe bir şey yazmışım diye kontrol ederken fark ettim. Yazdığım son Türkçe şeyler de, belki en azından geçen yazdan beri, hep gündemle ilgili analizler, yorumlar, anlaşılabileceği gibi korkunç konular üzerine yazılar şeklindeydi. Bugün sizlerle dertleşmek istiyorum. Takip edenler ya da tanıyanlar için belki uzun zamandır bu kadar tartışmadığımız meseleleri hatırlatmış, tanımayanlar için ise kendimi tanıtıp derdimden bahsetmiş olacağım.

1988 yılında Üsküdar’da dünyaya gönderildim. O gün bir Cuma günü olduğu için kuzenlerim “senin adını Cumali koyacaklardı, son anda vazgeçirdik” diye dalga geçerler. Neyse, konumuz Türkiye’de olmak ve Türkiye’de istediğimiz, sevdiğimiz şeyleri yapmak, takip etmek olacak.

27 yaşında çoğunlukla kendi halinde bir insanım. Yanlış hesaplamıyorsam 5-10 tane Avrupa şehri gördüm. Bunların hiçbirinde masraflarımın tamamını kendim karşılamadım. Kendim karşılamadım, çünkü desteğe ihtiyaç duyuyordum. Kendim karşılamadım, çünkü kendim karşılayacak olsam bu küçücük zaman aralıklarında bile bırakın uçak biletini, vize masraflarını, bir iki haftalık işi, gücü, gezintiyi zar zor çıkarabilirdim. Kendim karşılamadım, çünkü o kadar kazanmıyorum. Oysa işsizlik maaşıyla dünyayı dolaşan insanları duymakla ya da görmekle kalmadım, tanıdım da. Hep söylerim, bu ülkeyle ilgili belki de en kötü şey, gitmeyi bile imkansız kılması. Yine hep söylerim, bu ülkeden gitme imkanı olan, kalmak için çok geçerli sebepleri olmayan insanların hala burada olmalarını da garip buluyorum. O kadar kötü bir yer ki, gitmek bile imkansız hemen hemen herkes için. Vize uygulamayan ülkelerde ya Ebola var, ya savaş var, ya da doğru düzgün pek bir şey yok. Doğru düzgün “pek bir şey”in olduğu vize uygulamayan ülkelere de iki günlüğüne “ortalama turist” olarak gitmek bile beş-on asgari ücrete patlıyor. Hayatımın önemli bölümünde maddi imkanı benden çok daha yüksek arkadaşlarla çevriliydim, dolayısıyla onlar bu yazıyı okuyorlarsa bu problemle pek empati kuramayabilirler, bunu anlarım ve lafını bile etmem. Ama sosyo-ekonomik statü ve ekonomiyle ilgili genel problemler bu ülkenin %100’ünü olmasa bile en azından bir %95’ini ırgalayan problemler. Belki beni biraz daha ırgalıyordur.

Tamamen dertleşen blog yazısı yazdığım için olayı daha da kişiselleştireceğim. Bana herhangi bir noktada “ulan iki ülke görmüşsün, nasıl bu derece genelleyebiliyorsun” ya da “ulan iki ülke görmüşsün, götün kalkmış, sen kimsin” derseniz umurumda bile olmayacak.

İki ülke gördüm ve benim için önemli olan iki şey vardı: kaldırımlar ve kadınlar. İkisinin ortak noktası tabii ki medeniyetti, buna belki değinirim, belki değinmem.

1. Kaldırımlar

Rotterdam’ın ara sokaklarından Euromast’a doğru yürüyorduk. Hollandalılardan birisi “burası pek tekin bir mahalle değil” muhabbeti açtı. Kafamı kaldırdım, sağa sola baktım. Gördüğüm en güzel mahalleydi o mahalle. Konuyla ilgili olarak, kaldırımları bile muhteşemdi. Bal dök yala. Hayatımda o kadar düzgün planlanmış, yerleştirilmiş kaldırımlar görmemiştim, çünkü burada en elit semtimizde bile kaldırımlar o kadar çirkindi ki, basmaya iğreniyordum. Çünkü burada her şeyimiz Ortadoğululuk kokuyordu.

Gereğinden fazla dar kaldırımlar, gereğinden fazla geniş kaldırımlar, gereğinden fazla sığ kaldırımlar, gereğinden fazla yüksek kaldırımlar. Hatta bazı yerlerde o bilindik uzun kaldırım sınırıyla çevrili, küçük dandik taşçıklar. Şundan bahsediyorum:

tuzluca-da-kaldirim-calismalari-3581899_o

Gerçekten bunlara basmak istiyor muyuz? Bunlar medeni insanların üzerinde yürümekten gocunmayacakları kaldırımlar mı? Bunlar bile çok iğrenç, çok kalıp, hatta Sovyet umursamazlığında ve çirkin şeyler değil mi? Temizliği falan geçtim. Neyse, yürüyoruz, “bu mahalle pek tekin değil” muhabbetinin sebebini anlıyoruz. Birkaç sokak sonra sağda solda Türkler var. Türkiye’deki Türkler gibi de değil. Kimsenin laf attığı, ters ters baktığı falan yok. Herkes kendi işinde, gücünde. Bunun tabii ırkçı yönü de olabilir, önyargılı Avrupalı açısı da olabilir. Ama bize orada “tekin mahalle değil” dedikleri tek mahalle Türk mahallesi çıkıyor. Oysa burada, İstanbul’da öpüp de başımıza koyacağımız bir mahalle. En tekin, en cilcilli İstanbul semtinden bile daha güzel, daha düzenli, daha medeni bir yer.

Neyse, birkaç gün sonra Amsterdam’dayız. Kraliçe’nin Gecesi ve Kraliçe’nin Günü gibi organizasyonlar var, belki bilirsiniz. Herkesin turuncu giyindiği, ülkenin her yerinde yer yer paralı konser alanı, yer yer beleş sokak konserlerine katılıp bokunu çıkartana kadar içtiği “Kraliçe’nin doğum günü” eğlenceleri. Kanunların dibine kadar uygulandığı ortamda trende kusanlar, ot çekip bağıra bağıra şarkı söyleyenler, kapıları zorla açıp hareket etmeye başlayan trenden atlayanlar falan. Klasik tabirle tam bir günah gecesi. Aslında kabul etmek gerekirse düzen abidesi olan bu üşengeç ve kasıntı ırkı bu günlerden başka günlerde daha sapmış şekilde göremezsiniz (diyorlar). Belki tüm yılın enerjisini atıyorlardır, orasını bilemem. Neyse, birkaç gün sonra Amsterdam’dayız, Kraliçe’nin gününden bir gün sonra. Amsterdam pisliğiyle ve kalabalıklığıyla bilinir. Kaldırımları da diğer şehirlerin kaldırımları gibi değildir. Ama yine de İstanbul kaldırımlarının yanında bize 100 sene fark atmıştır. En azından kaldırımlarının hepsi birbirine benzer, düzenlidir, pis hali, en çılgın geceden arta kalmış hali bile bizimkilerden temizdir.

Sonuç: biz ortalama Batı Avrupalı gibi kaldırım bile yapamıyorken, insan hakları, medeniyet, vs. gibi yüksek insani değerleri nasıl sağlayacağız? Adamların kaldırımları BİLE bizden güzel.

2. Kadınlar

Burada Türk kızları gitsin Rus kızları gelsin gibi sığ bir muhabbet yapacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Yer Horley, Londra civarında küçük bir kasaba. Başından sonuna yürüyerek 5 dakikada falan ulaşılabiliyor. Sadece bir gün kaldım, İngilizlerle dünya kupası izlemek herhangi bir ortama bin basar, onu da söyleyim. Oranın (köy düşünün) muhtemelen en güzel pubına girdim, herkes maç izliyordu. Kendime güzel bir yemek söyledim, biramı aldım, yemeğimi yedim. İçeride 50’ye yakın kişi vardı bahçeyle birlikte. Yarısı kadın, yarısı erkekti. Ertesi gün kahvaltımı yaptım kaldığım pansiyonda. Eşyalarımı toparladım, hava alanına kadar bıraktılar servisle. Hava alanı demişken bir gün öncesine, Türkiye’den İngiltere’ye geçtiğimde, hava alanından çıktığımda karşılaştığım şeye döneyim iki saniye. “Esmer” bir tip “taxi, sir?” dedi. “Yok canım, yeni bindim” dedim, teşekkür ettim. Dolaşıp hava aldım biraz. 30 dereceydi İstanbul’dan çıkarken, Londra’da 10 derecede korkunç bir yağmur vardı. Pansiyonun servisini beklemeyim, bi sorayım dedim. Adresi tarif ettim, “biliyorum, 25 sterlin falan tutar” dedi adam. “Sen adam mı sikiyorsun” manasında bakıp “no, thanks” dedim. Pansiyonu aradım, bana tarif ettikleri durakta servis beklemeye başladım (5 sterlinCİK). Durakta 5-10 kişi vardı ve hepsi medeni, zararsız tiplerdi, biri hariç. O bir kişi zincir şeklinde sigara yaktıkça yakıyor, hiç yoktan etrafına somurtup ters ters bakıyor, bakışlarıyla bile insanı tedirgin ediyordu. Yanında kendisinden yaşça büyük İngiliz bir kadın vardı. Ben “sikmese bizi bari” dediğim sırada adamın telefonu çaldı, Türkçe “Ahmet abi, ben de seni arayacaktım” dedi. Londra yakınlarındaki ilk 10 dakikamda karşılaştığım tek tehditkar tip tabii ki Türk çıkmıştı. İlk 10 dakikamda karşılaştığım, beni 5 sterlinlik yere 25 sterline götürerek kazıklamaya çalışan tip tabii ki Pakistanlı çıkmıştı.

Bir gün sonrasına dönüyorum. Hava alanına kadar bıraktılar, danışmadan Oxford’a otobüs bileti aldım. Son otobüsü 10 dakikayla kaçırmıştım. 45-50 dakika bekleyecektim. Dışarıdaki sigara içilebilen bekleme alanına oturdum, karşımda sağı solu kesen, “ya kanka şu karıya baksana” gibi yorumlar yapan tipler vardı. Türk Türk’ü her yerde tanıyordu ama onlar beni tanımadılar sanırım. Ateş istediler, İngilizce konuştum, çakmak uzattım. Teşekkür ettiler, “you’re welcome” dedim. Hiç göz teması kurmadım, bavulumdaki ismimi de sökmüştüm zaten. Öyle bekliyorum. Otobüse bindim, 2 saatlik yolculuk sonrasında Oxford’a indim. Gerçekten “kadınlar” konusuna geçmeden önce iki önemli ayrıntı da vereyim.

Birincisi, 40’a yakın kişiden oluşan bir ekiptik bulunduğumuz programda. Sadece 4 kişi düzenli sigara içiyordu bunların arasında. Kompozisyonu veriyorum: iki Türk, bir Pakistanlı, bir Yunan. Yorum sizin. Arada bir iki dal isteyen Kanadalı’yı ve sarhoş olup “ben arada içiyorum” diyen ABD’liyi saymıyorum. Buradaki özeleştiriye de dikkat çekerim. Bunu siz beni “iki ülke gördü, götü kalktı pezevengin” şeklinde görmeyesiniz diye değil, dürüst olma adına yapıyorum.

İkinci haftamızdayız. The Varsity Shop diye bir yer var. Şehirle ve üniversiteyle ilgili hediyelik eşya, kılık kıyafet gibi şeyler satıyor. Binbir milletten arkadaşlarla girdim. Birkaç şey alıp kasaya bıraktım, daha bakınıyorum, sonra dönerim diye. İki üç çocuğuyla bir anne girdi içeri. Türkçe konuşuyorlardı, İngilizcelerinin pek olmadığı belliydi, bir şey seçmeye çalışıyorlardı. Bakınırken yan yana denk geldik, ecnebi memleketteyiz, bir yararım dokunsun insanlara diye “bakın ben geçen gün şunu aldım, memnunum” gibi bi yorum yaptım. Kafa salladılar. Teşekkür bile etmediler. “Fuck you, too” edasıyla arkamı döndüm, kadın çocuğuna “bak o adamın söylediği de güzel” dedi. Aramızda 50 cm mesafe var, teşekkür bile etmiyorlar ve ben oradayken benle ilgili konuşuyorlar. Yorum yine sizin.

Neyse, kadınlar. Oxford’daki ilk günüme dönüyorum. Pek yorucu olmayan bir yolculuktan sonra bilmem-kaç yüz yıllık bir binaya yerleşeceğim. Elim dolu, en üst kattayım, ve merdivenlerden bavul geçirmek işkence gibi. İte kaka çıkardım eşyalarımı, terden pelte gibi oldum, hava da sıcaktı. Bir duş aldım, üstümü giyindim, zaten otobüsten iner inmez “vay anasını, fotoğraftan anlamıyor insan, rüya gibi şehir, vurun beni öleyim burada” demiştim. Bir dolaşayım diye çıktım. Christ Church bahçelerini dolaştım, ana caddenin öteki kısımlarına falan baktım ne var ne yok acaba burada diye. Birkaç fotoğraf çekildim “negzel şehirmiş lan” diye. Sokakta veya kafede veya başka yerde insanlarla “thankyoulaşmak” ve “sorryleşmek”ten bir hal oldum ama beğendim. Medeniyet içime işlemişti. Öğle vakti bacon-avokado kombinasyonlu bir sandviç yedim. Sandviçleri bile bizimkilerden daha düzgün, daha özenilmişti, aynı bu ülkede de aynı hissi veren kaldırımlar gibi. High Street’ten Christ Church’e ve belediye binasına inen bir cadde var, St. Aldates. Belki Oxford’la ilgili önceki yazılarımda bahsetmişimdir. Orada bir pub var. St. Aldates Tavern diye. Aşağı doğru birkaç pub daha var ama en sevimlisi o gözüktü gözüme, ki beş milyona (abartıyorum, duh) yakın pub gezmişliğimiz var arkadaşlarla, ama hemen her bağımsız aktivitede orayı tercih ettik. Yani gerçekten güzel yerdi.

İlk oraya girdim işte. Hollanda’nın maçı vardı. Bir iki bira yuvarladım, tabii ki o da “buradaki gibi değil”di. Milyon çeşit bira, farklı tatlar falan. Soğuk bira alışkanlıkları yok ama benim için sorun değil. Biraları sıcak da değil zira. Bizdeki kadar soğuk olmasa da yeterince soğuk. Oda sıcaklığında olmasa da azıcık “serin gibi” diyelim. Neyse. Maç bitti, çoğu kişi kalkıp gitti. Kolumda ıslaklık hissettim. Yanıbaşımda küçük bir köpek kolumu yalıyor. Ayrıntı: hemen hemen her puba köpekle girilebiliyor. Arkamı döndüm, köpeğin sahipleri. İki tane Hollandalı kız maçı izlemeye gelmişler. Türkiye kadınlarına soruyorum, 22 tane adam bir topun peşinde koşturuyorlar, ne anlıyorsunuz ayol, hatta ofsayt ne ki, bana ne? Öyle mi acaba? İsimlerini bile hatırlamıyorum ama Oxford’da tanıştığım ilk iki insan bunlardı. İki saat boyunca bir şeyler içip muhabbet ettik, Flamanca konuştuk, daha doğrusu ben yok denecek kadar az bilgimle konuşmaya çalıştım, onlar bana güldüler daha çok, sonra “sen yoluna ben yoluma” yaptık. Arada tuvalete gittim, başka maç başlıyordu. 18 yaşından küçük oldukları belli iki çocuk puba girdi, kıyamet falan kopmadı. Bardan birer kola ve bir sürahi su alıp yerlerine oturdular, maçı izlemeyi beklediler. Bir tanesi bile “ben gidip bira almayı deneyim, çünkü bira içmek çok cool” tribinde değildi. Medeni bir ülkede olması gereken şey buydu çünkü. Çocuk çocukluğunu, yetişkin de kuralları bilecekti. En ufak bir “bacak kadar çocuklar böyle pislik ve günah yuvasında gençliklerini mahvediyorlar” atmosferi hakim değildi. Oysa İstanbul hiç böyle değildi. Ya 18 yaşından küçüklerin bu tarz mekanlarda olmasını garipseyen ya da yasaklayan tipler, ya da aynı 18 yaşından küçüklere alkollü içecek satan tipler görebilirdik. Orada ise kimsenin umurunda değildi, ve doğru olan buydu.

Neyse… Mekan akşama doğru kalabalıklaşmaya başlamıştı. Oturulacak yer pek kalmamıştı. Bir yanıma İngiliz olduğunu tahmin ettiğim, aksanına bakılırsa muhtemelen Essex kökenli bir sarı-abi oturdu. Diğer yanımda Güney Amerikalı 3-4 kız. Maçın başından sonuna hep beraber pozisyon yorumlayıp geyik muhabbeti yaptık. Kalkarken “tuvalete gidiyorum, yerimi tutar mısın” yaptık. Ya da “bara gidiyorum, bir şey ister misin” yaptık. Birkaç saat boyunca herkes birbirine bir şeyler ısmarladı, buradaki kültür buydu. Dışarı sigara içmeye çıkıldı, Avustralyalı turist tiplerle tanışıldı, içeri girildi, yan masadaki adamla muhabbet edilirken Blackburn Rovers fanatiği olduğu ve Tugay Kerimoğlu’na taptığı görüldü falan. Evet, kadınlar. Artık adam gibi döneyim bu konuya. Mekana çift olarak gelenlerin hiçbiri konuyla ilgisiz gözükmüyorlardı. Çift olarak gelmeyen ise erkekler, kadınlar, erkek grupları ve kadın grupları vardı. Kadın grupları özellikle, şaşıracaksınız ama, ofsayta ve genel kurallara hakimlerdi. Buradaki herhangi bir kafede görebileceğimiz gibi erkek arkadaşlarının yanında eşantiyon olarak zorla getirilmemişlerdi. Futbol seven, futbol izlemeye gelmiş, ne kadar erkek varsa, o kadar kadın vardı.

Çalışma grubumuz da aşağı yukarı böyleydi. Amerikan futboluyla büyümüş, ondan da iğrenmiş ABDlileri falan saymazsak, Bosna’dan, Endonezya’dan, Kore’den, Kırgızistan’dan, İspanya’dan gelmiş ne kadar kadın varsa “akşamki maçı izlemeye gidiyor muyuz” muhabbeti yapıyordu. İşte o zaman tam olarak futbolun içsel şekilde seksist bir şey olmadığını, bunun bizim dalyaraklığımız olduğunu tekrar fark etmiştim. Gerçekten güzel bir ülkede futbol gibi çok popüler bir olgunun kadınlar için de en az erkekler için olduğu kadar popüler olması, “asıl normal olması gereken şey” olmalıydı. Futbol muhabbetini yüzü pembe harcore İngiliz abiyle de yapabiliyordum, İtalyan abiyle de yapabiliyordum, Meksikalı ablayla da yapabiliyordum, İsveçli ablayla da yapabiliyordum. Avustralyalı abla “sizin milli takım pek iyi değil bu arlar ama Galatasaray’ı beğeniyorum, kanatlara takviye yapabilseniz Şampiyonlar Ligi için yararı olabilir” demişti, sonra “yine de Türkiye milli takımını da izlemek isterdim, 2002’de heyecanla takip etmiştim” diye ekledi. Hollandalı abla “Sneijder’in performans kaybettiğini, ama Galatasaray için gittikçe daha iyi bir katkı olcağını” söylemişti. Tüm bu süreçte, aynı gün içinde, konuyla ilgili veya ilgisiz muhabbet açtığım, veya benimle muhabbet açan kişilerle ilgili bir tane bile “bana mı yürüyor acaba” muhabbeti olmadı. Bir tane kadın bile “şuraya kız kıza maç izlemeye geldik, sen kimsin bizimle konuşuyosun” kezbanlığında bulunmadı. Ben de apaçi bir kıro olmadığım için hiçbir noktada “güzel hatunmuş, ısırırım ben bunu” şeklinde Türk-ümidine girmedim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Kadınlı erkekli, gerek karşı cinsle gerek hemcinslerimizle tamamen medeni muhabbetler etmiştik ve birbirimizi bir saat sonra bile görsek zaten tanımayacaktık.

Soğuk İngiliz diyorlar ya, o tamamen yalan. Biz Ortadoğulular olarak sıcaklığı yavşaklıkla karıştırdığımız için o yavşaklığın eksikliğini soğuklukla karıştırıyoruz. Gittiğim iki buçuk İngiliz şehrinde, ki yarım dediğim yer o kasaba, en düz-İngiliz, ilk defa turist görmüş ortamda bile en ufak bir kabalıkla karşılaşmadım. Hatta o kasaba o kadar kenarda köşede kalmıştı ki, turist sayısı 1’di, o turist de bendim. Aksanımı anlamayanlar bile oldu, ki net konuştuğum söylenir. Hatta çekine çekine “dil dersi için mi geldin” diyen de oldu. Beş dakika konuşunca “haa, sen biliyormuşsun, kusura bakma” dediler. Bu aksan konusunda özellikle kozmopolit olmayan yerlerde biraz kıtlar, orayı kabul ediyorum. Ama ilk günümde emekli bir albayla tanıştım. Türkiye’ye gelmiş, Anıtkabir’de deftere yazı yazmış, fotoğrafları falan varmış. Uluslararası politika ve sanat da dahil beş yüz çeşit konudan muhabbet açtık ayak üstü. Güvenlik görevlileriyle belden aşağı espriler döndü, kime selam verdiysem karlı çıktım. Bu mu şimdi soğukluk? Türkiye’de güvenlik görevlisi seni damsız almamak için elinden geleni yapan, gerekirse üstünü arayıp seni rencide eden adam. Herhangi bir barda da yan masada oturan 60-70 yaşındaki adam muhabbet açsa “manyak mısın amca, git işine” dersin. Bu mu soğukluk?

Neyse, başka bir Oxford gününde adını çok duyduğum, hep gitmek istediğim Queen’s Lane Coffee House’a gittik arkadaşlarla. İyi ki de gitmişiz, gayet güzel bir yer. İşletmecisi Türk’müş galiba. Menüye baktık, zaten günlerce elli tane pub, kafe, mekan denemişiz, arkadaşlarla değişik içecekler denemeye karar verdik. Meksikalıyla tekila içtik, ama bizdeki gibi shot bardağıyla değil. Adam gibi içtik. Sonra menüde Tekirdağ Altın Seri var. Dedim bunu da içiyoruz. Rakıyı bardağa koymuşlar, üstüne buz eklemişler. Su istedik, su da ekledik. Garsondan ikinci dubleleri isterken, “önce rakı, sonra su, sonra buz koyabilir misiniz” dedim. “Fark ediyor mu” dedi garson dünyanın en ilgili edasıyla. Gördüğüm en cana yakın, en sevimli, gözleri en boncuk gibi parlayan genç kadındı. Açıkladım. Tam istediğim gibi getirdi. Sonra birkaç kere daha gittim aynı mekana. Bazen yalnız, bazen arkadaşlarla. Ne zaman rakı istesem hatırladılar, aynen tarif ettiğim gibi geldi. Bu bahsettiğim mekan 400-500 yıllık tarihi olan bir mekan. Bu mu soğukluk, bu mu ilgisiz İngilizlik? Yine başka bir gün St. Aldates’e dönmüştük seminer sonrası. Mutfağı kapatmışlar, garson yanımıza yaklaşıp “siz yabancı değilsiniz artık, mutfağı kapattık ama hamburger falan yaptırabilirim size” dedi. O noktada sadece 5-6 kere gitmiştik oraya sanırım. 3. kez gittiğim KFC şubesinde “yabancı değilsin abi” tarzı fazladan kanat koymaya başladılar bir süre sonra. Topluca sarhoş olup belli bir saatten sonra yemek bulabileceğimiz Faslı helal yiyecek kamyoneti insanıyla bir süre sonra Arapça konuşmaya başladık. Konuşmaya başladık derken, teşekkür etmek gibi ufak tefek şeyler. Şehre özel olabilir ya da olmayabilir, ama karşılaştığım hiç kimse soğuk değildi. Aksine, İstanbul’un ortalama insanından bin kat sıcaktı belki. Neye ihtiyacım olduysa karşılaştığım herkes yardım edebileceği en uç noktada yardım etti. İşte belki bu yüzden bu kadar sevdim oraları.

Sevdim, ama nereye kadar? Hiç düşünmeden kapsamlı bir çalışma yapıp, en ince ayrıntısına kadar planlayıp bir doktora başvurusu yapana kadar.

27 yaşında çoğunlukla kendi halinde bir insanım. Hayatım boyunca kendimi geliştirmek için elimden geleni yaptım. İçinde yaşadığım ortamdan iğreniyorum. Sarıyer’e genel olarak bayılıyorum, İstanbul içinde izole bir ortam ve insanları da genel olarak hoş insanlar. Yine de sokağa çıkıp yolun ortasında durup hiçbir sebep olmaksızın birkaç saniye sağına soluna bakan insan gördükçe insanlığımdan iğreniyorum. Çarpıp özür dilemeyen insana denk gelirsem çıldırıyorum. Genel olarak ülkeyle ilgili görüşlerimi biliyorsunuzdur.

İşte ben 2010’dan beri falan bu lanet ülkeden gitmek istiyorum ama kaynağım da yok, imkanım da yok. Özet geçeyim, 2010-2011 arası 10-15 tane çok güzel Avrupa okulundan çok güzel teklifler aldım. Şu an alsam ve imkanım olsa dünyanın en mutlu insanı olurum. Sadece bir tanesi burs verdi, yarım verdi, üstünü tamamlayamadım. Son ana kadar tamamlamak için elimden geleni yaptım, arada fırsat da buldum ama olacağı yokmuş, hepsi yüzümde patladı. 2012’de -çok sağ olsun- çok sevdiğim bir insanın bir tanıdığı vasıtasıyla iş buldum, en azından bir süre aç kalmadım. Ama başka bir şanssızlığı da belirteyim. Şu an okumakta olduğum bölüme yüksek lisans başvurusunda bulunmuştum. Prosedür klasik Türkiye yüksek lisansı gibi değildi. Araştırma teklifi (proposal) hazırlıyorduk ve ilgili hocayla en az bir iki ay üstünde çalışıyorduk. Hazırladım, hocaya yolladım. Bu teklif defalarca bana geri döndü. Hocam en son “şunları da düzeltip sisteme girebilirsin” dediğinde teklif üzerinde (hiç unutmam) 23 tane düzeltme yorumu vardı, ve bunları düzeltmem için önümde bir iki gün kalmıştı. Düzelttim, yolladım. Sağ olsun onaylamış. Okuldan bana mail geldi. “Araştırma teklifiniz enstitümüz tarafından kabul edilmiştir, başvuru yapabilirsiniz”. Yani standart başvuru sürecinin başlangıcıydı o iki üç aylık emek. Başvurdum, bir iki ay sonuç bekledim. “Sonuçları şu tarihlerde açıklıyoruz” diye bahsettikleri tarihlerde hocaya mail attım, “hocam başvurduk ama, ne iş” gibisinden. O da “Avrupa Birliği’yle görüşmeler aksadı, sorun çıkabilir” dedi. Sonra başka bir mail aldım, sorun çıkmıştı, bir yıl daha başıboş gezecektim. Arada birkaç freelance iş yapıp karnımı doyurdum. Ailemin yanına da dönmüştüm, bağımsızlığımı da kaybetmiştim. Uzun süre yalnız yaşayıp aile yanına dönmenin, dönmek zorunda kalmanın insana ne kadar koyduğunu ancak yaşayan, tecrübe eden bilir. Arada istisna “domestik” insanlar oluyor, bu konsepti bir rahatlık (yemek-su-ev işi-vs. beleş) olarak görüyorlar, hatta aile çatısı altındaki yaşamdan, dışarıdaki yaşama nazaran daha çok zevk alıyorlar. Ben ailemi çok seviyorum, ebeveynlerime çok saygı, kardeşime çok sevgi duyuyorum. Yine de ben “böyle bir insan” değilim.

Sonra o bahsettiğim işte 5-6 ay daha çalıştım. Şu an hiç ilgilenmediğim ve ilgilenmek de istemediğim finans alanında çok değerli insanlardan çok değerli şeyler öğrendim, ama oradaki her dakikamda kendimden iğrendim. Sonra bir tartışma gibi bir şey oldu, zaten Türkiye şartlarında hak etmediğim bir ortam olduğunu düşündüm, ayrıntısına girmeyeceğim, istifa ettim. Sonra okulun sitesini kontrol ettim, geçen sene başvurduğum bölüm tekrar açılmıştı. Bu sefer fon konusunda problem olacak gibi gözükmüyordu. Hocama mail attım, ki kendisi şu anki tez danışmanımdır. “Tekrardan teklif yollayayım mı, yoksa geçen senekini kullanıp mı başvurayım” dedim. “Artık başvur gitsin, baştan uğraşma” dedi. Teklif onayını -sağ olsun- tarihiyle birlikte güncelleyip bana yolladı, başvurdum. Üç dört gün sonra cevap geldi benimle birlikte üç kişiye. “Yusuf, X, Y, tebrikler…” diye başlayan. Lisans hayatım boyunca da birçok sıkıntı çekmiştim. Yine geriye dönüyorum. Not ortalamam düşüktü. Ailemin maddi durumu kötüydü. Burs vs. alıyordum ama geçimimi sağlamak için çeviri olsun, çeşitli dergi ve gazetelerde küçük işler olsun, kovalıyordum. Gazetecilikle ilgili kariyerimi bu işlere borçluyum. Hatta tüm profesyonel kariyerimi bu işlere borçluyum. 2008 civarı “karnım doysun, aileme sıkıntı çıkmasın” diye başladığım ne varsa, benim için yeni bir hayat, akademik manada bile yeni bir kariyer seçimi oldu. 2012’de şu anki bölümüme ilk başvuru girişimimde de başvurduğum hocam “not ortalaman düşük, almayabilirler, benim için sorun değil ama sıkıntı olabilir” demişti. Hiç üşenmedim, bölüme mail attım. O maili atmasaydım, sinmiş olsaydım belki burada olamayacaktım. Askerliğimi yapmış, KPSS’yle falan bir yerlere yerleşmiş, hayatı boyunca kendinden iğrenerek ailesinin yörüngesinde kendine bir aile kurup, sevmediği eşi ve çocuklarıyla yaşayan bir insan olacaktım. Daha önce dediğim gibi “böyle bir insan değilim”, kendimi böyle görmek de istemiyorum, ama bu hayat, bu ülke, insanı bazen bu tip şeylere mecbur kılıyor. İlk sıkıntıya rağmen çok sevdiğim, saygı duyduğum Oğuzhan Hocam’dan bir mail aldım, “senden bir proposal alalım”. Eğer Prof. Oğuzhan Özcan, “bu ne amk, bu not ortalamasıyla gelmiş bana öğrenci olacak” deseydi şu an burada olmayacaktım. O başvuru yattı ama sonraki başvuru yatmadı. Şu an buradayım.

Oysa buradan önce, iş bulmadan önce geldiğim son nokta, “her şey kötüye gidiyor, daha da kötüye gidecek ve sevdiğim, istediğim hiçbir şeyi yapamayacağım” noktasıydı. Bunun birincil sebebi ülkenin durumuydu. Sokağa çıkmaktan, tanıdıklarla konuşmaktan iğrenir oldum. İstanbul’un başka bir ucunda, Kartal’da yaşıyordum ve kırk yılda bir de olsa arkadaşlarımla buluşmak bile ölümdü. Zaten çok arkadaşım da kalmamıştı. Yeni Zelanda’da falan çocuk bakıcısı ilanlarına bakıyordum artık. Eurobrussels.com gibi siteler kesmemeye başlamıştı. Muhtemelen Avrupa’da güzel bir işi hak ediyordum ama bunun çalışma izni vardı, rekabeti vardı, başka şeyleri vardı. Yaptığım 100 civarı iş başvurusu ya olumsuz sonuçlanmıştı, ya cevap bile almamıştı. Kariyer.net zaten yalandı. Kendimi belki olduğumdan yüksek, belki sadece olduğum yükseklikte görüyordum ve bunu kaldıramıyordum. Artık bezmeye başlamışken Yeni Zelanda’da FALAN çocuk bakıcısı, bahçıvan, vs. ilanlarına bakmaya başladım. Eğer burada istediğim şeyi yapamıyorsam, -muhtemelen- daha güzel yerlerde istemediğim şeyleri yapıp, en azından “daha güzel yerlerde” bulunmuş, yaşamış olacaktım. Sonra o kabul geldi işte, yıllardır hayalini kurduğum “akademi”nin kısmen içindeyim. Ümitsizliğe düşüp bir süre hayalini kurmaktan bile vazgeçtiğim çalışmaların içindeyim. Çok güzel cilcilli projelerle uğraşıyorum, tatlış tatlış makaleler yazıyorum, geleceğimi inşa ediyorum. Not ortalamam falan, lisans dönemiyle bu dönemin arasında ciddi zorluk farkı olmasına rağmen gayet iyi. Dolayısıyla insan daha da yukarı çıkmak istiyor.

27 yaşında, genel manada kendi halinde bir insanım ama BENCE boş değilim. Birçok insanın kapısından giremeyeceği kurum ve kuruluşlarda çok güzel işler yaptım. Her şeye rağmen yaşıma göre korkunç sayılabilecek miktarda iş tecrübem var. 2-3’ü çok iyi ya da iyi olmak üzere, 4-5 yabancı dilim var. Türkiye’nin konusunda en iyisi midir tartışılır ama, genel olarak en iyi birkaç üniversitesinden birinde ekonomi eğitimi aldım, şu an başka bir konuda master yapıyorum. Bu süreçte çok şey de öğrendim. Özellikle 2013’ün ikinci yarısında. Hayatım boyunca kendimi bu kadar geliştirdiğim başka bir dönem hatırlamıyorum. Tekrar edeyim. Akademi benim için bir hem bir rüya, hem de bir plan. Öncelikli hedefim güzel bir şeyler yapıp güzel bir yerlere gelmek. Maalesef birçok insan gibi askerlikten kaçmak için yapmıyorum. Ama buralardan defolup gitmek de istiyorum. Bu da “genel hayatım” açısından bir plan. Yani buralardan defolup gitmek için akademik yeterliliklerimi kullanayım gibi bir planım yok, ama başka çarem de yok. Öncelikli hedefim akademik, ama bunu neden istediğim yerde yapmayım?

Bazı kurumlara göre, yapmamalıyım. Tam doktora başvuru dönemleri, dolayısıyla ben de başvuruyorum. Kendime hocalarımın da tavsiyeleriyle 6 tane birincil hedef belirledim. Önce onlara başvurdum, yol üstünde ” zamanı geçmesin, başvurmamış olmayım” diye iki yere daha başvurdum. Bu sekiz yerin dördünden şimdiye kadar 4 tane ret yanıtı aldım.

Birisi: fonları dağıttık, sana fon yok, istersen fonsuz bir pozisyon için başvuru yapabilirsin dedi. Param yok, ne yapayım dedim. İki gün sonra ret mektubu geldi. Başka birisi, “çalışmak istediğiniz konuda öğretim üyemiz yeterli değil, dolayısıyla kabul edemiyoruz” dedi. Başka ikisi sebepsiz reddetti. Yani ilk ümidimin yarısı bir iki hafta içinde yok oldu. Yine genel olarak “herhangi bir yer”e girebileceğimi düşünüyorum, ama herhangi bir yere girmek de istemiyorum. Neden “orası” olmasın? Neden “city of dreaming spires” olmasın? Oraya da başvurdum, Mart sonundan itibaren beli olacak. Ama böyle gelişmeler insanın moralini bozuyor. Oysa başka bir gelecek mümkündü… Ne mümkündü?

Mesela ülkemden iğrenmek durumunda kalmayabilirdim? Benim gibi genç insanlar da dahil olmak üzere herkes için, bu ülke güzel bir ülke olarak düzeltilebilirdi. Ülke düzeltilemiyor mu? Ülkedeki üniversiteler bu lanet ülke içinde bile olsa güzel kariyerlerle sonuçlanıyor olabilirdi, çoğumuz bayıla bayıla kabul ederdik. En azından beyin göçü denen şey mümkün olurdu. Şu an gerçekten aşmış ortalama imkanlı insanlar, ya da gerçekten imkanlı, ortalama kariyerli insanlar göçürebiliyorlar beyinlerini rahatça. Tam oturan tabirle “nice koç yiğitler ziyan oluyor” bu çoğunlukla boş ümidi kovalarken.

Ya da başka bir ihtimal. En azından vize koşulları boku yememiş olabilirdi, bu -aslında gayet yeterli bulduğum- kariyerimle istediğim yerde çok güzel işler bulup çok güzel kariyerler edinebilirdim. Ya da hazır çalışmışlığım varken, ben de birçok Avrupalı gibi işsizlik maaşımla dünyayı dolaşabilecek rahatlığa ve imkana sahip olabilirdim. Ama sahip değilim.

Dediğim gibi aldığım ilk cevaplar hoş değil, insanın moralini bozuyor, ama başka bir yönü de var. Bu tarz şeyler her zaman objektif sonuçları olan şeyler değil. Birçok tanıdığım, arkadaşım ve hocam doktora konusunda “ben de şu kadar yerden reddedildim, sonunda hiç aklıma gelmeyen güzel bir yer oldu” veya “en son beklediğim yerler oldu” gibi yorumlar yapıyorlar. Tabii bu süreç herkes için aynı şekilde işlemek zorunda değil. Benim şu an en çok istediğim, en çok muhabbetini yaptığım, deliler gibi hayran kaldığım yer, program uygunluğu ve kariyerim nedeniyle belki de en rahat kabul alabileceğim yer olabilir (bir sonraki yazıda bahsedilecek güncelleme: olamadı). Zaten -açık konuşayım- ilgilendiğim konuyu yeterince bildiğimi düşünüyorum, ağzım da ciddi laf yapıyor genel olarak, yani en azından bir mülakat falan olursa yardırırım. Olmazsa da olmasın, canım sağ olsun. Yine de sağda solda yedekte tuttuğum planlar da var, bu planların olması da güzel bence. Bunları bu kadar dert etmek de büyük problem aslında. Belli bir kariyer planım var ve bu planın yarısı şu an çöpte. Başka bir tesellim, planlarımın bu çöpte olan yarısının zaten sadece tavsiye üzerine ve “bu da olsun” diye başvurduğum şeyler olması. Kafamdaki asıl şeyler hala duruyor. Onlardan kabul almak veya güzel bir sonuca ulaşmak da “çok iyi yerler olduğundan” kolay veya muhtemel değil, ama bekliyorum ve azıcık da olsa ümidim var.

Bundan önceki serüvenimde Future Me diye bir platforma denk gelmiştim. Kendinize mail atıyorsunuz. Yani kendime bir şey söylemek istiyorsam, bir sene sonrasına tarih belirliyorum ve o şey bana bir sene sonra geliyor. Bundan bir önceki serüvenim belki çok daha ağırdı. Maddi ve manevi birçok sıkıntı çektim. Burada bahsetmeyeceğim, zaten bahsetmek istemediğim birçok sıkıntı yaşadım. Yürüyen Murphy kanunuydum resmen. Hayatımla ilgili kötü gidebilecek ne varsa sadece kötü gitmemiş, gidebileceği en ağır şekilde kötü gitmişti. Bir iki sen öncesi için, ondan da bir iki sene öncesinden kendime mail atmıştım, “bu tarihte hala buradaysan kafana sık” diye. Cidden kafama sıkacaktım, ama orada olmaktan kastım o pozisyonda olmak, istediğimi, o kadar uğraşmama rağmen yapamamaktı. Kısmen “o noktadan” çıktığım için kafama sıkmadım. Şimdi başka bir mail yazdım. Ağustos ortasında ulaşacak bana. Metin aynı, plan aynı, ama konu farklı.

Şu an, özellikle son gelişmeler düşünüldüğünde lokasyon benim için çok önemli. Bunun için elimden geleni yapacağım tabii. Dediğim gibi ilk derdim akademik kariyer, ama neden buraya kalayım? Neden son şansım burası olsun? Biliyoruz ki buradaki doktoraların sonuçları da pek iç açıcı değil, akademik personelin şartları da… Ben 32-33 yaşıma gelip hala bu ülkeye özgü veya bu ülkede daha da iğrenç olan problemleri çekmek istemiyorum. Bu yüzden hala kalan tüm dermanımla tüm opsiyonlarımı değerlendirmeye çalışıyorum. Umarım buradan iyi olduğu sürece herhangi bir opsiyonda başarılı olurum. Bu süreçte sizin de desteğinize, tavsiyelerinize ihtiyacım olabilir. Aklında bir şey olan biriniz varsa lütfen ulaşmaktan çekinmeyin.

Uzun zamandır Türkçe yazmıyordum, duygusallaşacağımı da biliyordum. Duygusallaştım da. Şu ana kadar, ve bundan sonrası için Ağustos’a kadar bana kim yardımcı/yararlı olduysa, olacaksa çok teşekkür ederim. Ne düşünüyorsam paylaşmaya çalıştım. Kendinize iyi bakın. Eylül-Ekim gibi ya burada olmayacağım, ya da “burada olmayacağım”. Bu konuda yargılanmak, eleştirilmek, veya bu konudan döndürülmek de istemiyorum. O açıdan bu spesifik meseledeki yorumlarınızı kendinize saklamanızı tercih ederim. Hadi kalın sağlıcakla.

Not: bu yazıda yazım hatası falan yapmış olabilirim, şu an zerre umurumda değil. Dönüp düzeltmeye uğraşmayacağım, öylece paylaşacağım. Sevgilerimle…


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.