Toplumumuzun Genetiğindeki Muhteşem Değerler

Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından hazırlanan “Türkiye Değerler Atlası 2012″nin Milliyet’teki haberinde kullanılmış görsellerle, özellikle son günlerde toplumumuzun ne güzel değerleri olduğu vurgusuyla ilgili gerçekleri ortaya dökmeye çalışacağım. Belki yorumunu da yaparız, ama olayın “yorumsuz” kısmı bile genetiğimizde ne var, ne yok gösteriyor.

Şunlar toplumumuzun değerleri arasında, geleneklerinde ve bakanlarımızın ısrarla üstüne bastıkları genetiğimizde yok mesela:

İnsanlara güvenmek

güven

Kadınların kocalarına ait birer mal değil, insan olduklarını düşünmek

 kadın

İnsanların milliyetlerinden bağımsız olarak eşit olduklarını savunmak

 milliyet

Bunlar aziz toplumumuzda olmayan, geleneklerimizce kabul edilmeyen değerlerden sadece birkaç tanesi. Başka araştırma ve kaynaklara gidelim.

Bu tür araştırmalar sıkça yapılıyor, Sabancı Vakfı tarafından yapılanın “bir kısmına bakalım”.

Birlikte yaşamak, insanlara karşı önyargısız olmak değerlerimize aykırı

 ankt1

“Türk vatandaşı Yahudi azınlığa mensup bir aile” değil de, “Yahudi” diye sorulunca komşu olarak istememe oranı %70′e yaklaşıyor. Özellikle önyargısız, açık fikirli olmanın toplumumuz değerleri arasında yer almadığına muhteşem bir örnek: Ülke nüfusunun %90′ı civarı hayatında bir tek Yahudi’yle bile karşılaşmamış. Bu konuyu daha önce yazmıştım. Başka bir mesele yine eşitlik, duyarlılık, vb. olguların değerlerimize aykırı olduğunu gösteriyor: ülke insanının %70′i engelli komşu istemiyor.

Önceki araştırmaya dönersek, kadınlarımızın %71′i “ailenin reisi erkek olmalı” diyor. %59′u “kadın her zaman kocasına itaat etmeli, onun sözünden çıkmamalı” diyor. Kadınlar diyor bunu. Bu oran “en iyimsel tabloyu sergiyelen” İzmir’de %40 iken, Doğu Anadolu’da %71. Yani en eşitlikçi, en sevimli gözüken yerimiz bile o kadar eşitlikçi, o kadar sevimli değil. Raporun sunum dosyasındaki bilgiye göre Inglehart ve Norris’in Cinsiyet Eşitliği Ölçeği’ne göre Türkiye kadın-erkek eşitliğinde 60 ülke arasında 48. sırada. Bu “kadın her zaman kocasına itaat etmeli” görüşüne katılanlar arasında, üniversite mezunları için oran %59. Aynı şekilde “üniversite eğitimi kız çocuklardan çok erkek çocuklar için daha önemlidir” diyenlerin oranı %33.

Artık içim darala darala devam ediyorum. “Ülkede işsizlik sorunu varsa işe alımlarda erkeklere öncelik verilmeli” diyenlerin oranı %60. Bu oran “bize muhtaç(!) olan çökme(!) sürecindeki Avrupa’daki” birkaç ülkeyle karşılaştırılabilir. Sayın Başbakan İskandinav ülkelerini dolaşıyor son zamanlarda, o coğrafyaya bir bakalım: Danimarka: %2, Finlandiya ve Norveç: %3.

“Henüz ilkokula gitmeyen bir çocuk annesi çalışırsa bundan zarar görür” ifadesini onaylayanların oranı %80. Yine aynı coğrafyadan karşılığını verelim. Danimarka: %9, İsveç ve Norveç: %20. Atlas’tan son örnek olarak, “erkekler kadınlardan daha iyi siyasetçi olurlar” görüşüne katılanların oranı 1990′da %66 iken, 2000, 2006 ve 2011′de sırasıyla şöyle: %62, %62 ve %71.

Bitti mi? Bitmedi. The Global Gender Gap Report, dünya nüfusunun %90′ının yaşadığı 135 ülkede kadın-erkek eşitliği açısından bir araştırma yelpazesi sunmuş. Türkiye genel sıralamada bu 135 ülke arasında 124. sırada. Altımızda Suudi Arabistan, İran İslam Cumhuriyeti, Yemen, Pakistan gibi ülkeler var. Dünya Ekonomik Forumu 2010 verilerine göre ise “yükselen muhteşem ekonomimiz” sayesinde genel sıralamada 134 ülke arasından 125′inciyiz. Kadın-erkek eşitliğinde 134 ülkeden 125., Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde incelenen 35 ülke arasında 31. sıradayız.

Bitti mi? Bitmez. Daha verilebilecek o kadar çok örnek var ki. Bu örneklerin hemen hemen hepsinde daha da kötüye gidiyor olduğumuzu görmek, konuyla ilgili somut adımlar atılmadığını ve muhtemelen yakın bir zamanda da atılmayacağını kabullenmek dışında bir işe yaramayacak örnek vermek.

Kafamızı çevirdiğimiz her yerde gördüğümüz bu değerler, kültür, “toplumsal genetik” yapı, sizi bilmem ama bana hiç iç açıcı, savunulası, övünülesi gelmiyor. Yine sizi bilmem ama, böyle değerlerle(!) övünüyor ve bu kötü gidişe dur diyecek adımlar atmak yerine bu değerleri her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışmak bana utanç verici geliyor. Ahlak tehlikeli bir olgudur, ahlakı hukuktan ayıran birkaç temel mesele vardır:

Uygulama:

Ahlaki kurallar yazısızdır ve manevi müeyyide* getirir. Hukuk kuralları yazılıdır ve maddi müeyyide** getirir.

Çıkarım:

Ahlaki kurallar toplum içerisinde gelişir ve kişiden kişiye olduğu kadar zamandan zamana, bölgeden bölgeye değişirler. Hukuk kuralları bir ülke veya bölge için önceden bilinen veya bilindiği varsayılan temel ilkelere göre, teoride herkesi kapsayacak, objektivite esasına dayalı şekilde oluşturulurlar.

Ortak Payda:

Ahlak ve hukukun ortak paydada buluştuğu örnekler olabilir. Örneğin insan öldürmek bazı ahlak anlayışlarına göre kötüdür, hukuka göre suçtur. Ancak bu durum meseleyi salt ahlaki açıdan değerlendirmeyi gerektirmez. Örneğin “namus cinayeti” kavramı da bir tür ahlakın ürünüdür. İyi olarak adlandırılan ahlaki yapılar başka ahlaki yapılara ters veya kötü gelebilir. Aynı şekilde başka ahlaki yapılar tarafından “ahlaksızlık” olarak adlandırılan yapılar da kendi içlerinde farklı birer ahlaki yapıdır.

Sonuç olarak olaya salt ahlak açısından yaklaşacaksak, örneğin %1′in savunduğu ahlaki değerleri %99′undan değersiz görüp, buradaki “oran”ın bahis konusu ahlaki yapının değeri veya uygulamasıyla ilgili herhangi bir önemi olduğunu düşünüp, kendimize “demokrat” demek ne kadar doğrudur? Hukuk iyi-kötü kavramını ortadan kaldırıp herkesin anlayabileceği, somut tanım ve getirileri olan “suç” kavramını ortaya koyar. Eğer devlet politikalarını, toplumsal dinamikleri ahlak ile kusursuz şekilde açıklayabiliyor olsaydık, hukuka gerek kalmazdı. Şu an gerçekten açıklayabiliyorsak ve açıklamamız gerektiğini düşünüyorsak, hukuk neden var?

Toplumsal yapının ve yönetim kademelerinin içlerinde bulunan bazı kişi, kurum ve oluşumların mahkeme kararlarını bile tanımadıklarını biliyoruz. Mahkeme kararlarının ne şekilde verildiği konusunda da bir miktar bilgi sahibiyiz. Yani bazı kişi, kurum ve kuruluşlara “yasa” işlemiyorken, bazı yasa ve düzenlemelere de “Anayasa” işlemiyor. Bakınız: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun Anayasa’mıza aykırı olması. Durum böyleyken yeni bir anayasa yapmanın kime ne faydası olacak onu kestirmek de mümkün gözükmüyor, çünkü temelde var olan yapının yasaya veya anayasaya pek bağımlı olmadığını görüyoruz, yani böyle bir değişikliğe ihtiyaçları yok, ve ek olarak böyle bir değişiklik yapılırsa -ki yapılmalı- bu değişikliğe riayet edileceği meselesi de meçhul.

Askeri vesayetin pratikte ortadan kaldırılması meselesi gerçekten muhteşemdi, zira orada yetkisini aşan bir “yanlış” kontrol mekanizması vardı. AKP buradan yürüyüp bir demokrasi şovu yapabilirdi ve hepimiz şu an bile destek veriyor olabilirdik. Ancak referandum sonrası çok daha önemli ve gerekli, “doğru” bir kontrol mekanizmasından olduk: güçler ayrılığı ilkesi. Bu yüzden son yorumlarımı yapmadan önce şunun altını çizmem gerekiyor: kadın-erkek eşitliği, özgürlük, demokrasi, vs. gibi kavramlardan çok, bu kavramların da alakalı olduğu ancak bu kavramlarla sınırlı olmayan çok daha büyük bir problemimiz var. Bu problem “temsil imkansızlığı ve herhangi bir “haklı”, “doğru”, “gerekli” kontrol mekanizmasının olmaması”dır.

Kontrolsüz güç güç değildir denir, maalesef bu söz yanlıştır. Kontrolsüz güç, kendi dışındaki her şeye zarar verebilecek, arada kendine de zarar verip insani yönde toparlanması için dua edilecek güçtür. Lütfen Ezgi Başaran’ın o “pamuk gibi, demokrat” adamdan bahsettiği yazıda değindiği gibi etrafınızda olan bitene şaşırmayın. Bunu “ben uzun zamandır görüyordum zaten, siz körsünüz” manasında söylemiyorum. Olmayan gelişmelere, olan ama bedeli kendinden daha ağır ödenen gelişmelere, olmayan problemlere kafamızı takacağımıza bu kadar gücün ve yetkinin tek bir zümrede olmasının manasızlığına takılsaydık keşke. Şimdi meclis önergelerinin bir tanesi bile kabul edilmemiş muhalefet partilerinin yerine koyun kendinizi. Bu partiler sunduklarında kabul edilmeyen şeylerin AKP tarafından kabul edilince ülkeye nasıl “biz yaptık ve oldu” havasının atıldığını bir düşünün derim. Kendi önergesine “evet” oyu için el kaldıran CHP’lileri görüp, “onlar önerdi zannedip” reddeden bir topluluktan demokrasi bekleyip, “on yıldır muhteşemdi, şu son hamle hiç yakışmadı” diyebilmek bence en kibar ifadesiyle saflıktır.

Her şeyden önce, kalitemiz yok maalesef. Bir devlet geleneğimiz yok. Tarihin çeşitli noktalarında elimize “insanlık için iyi” değerlere sarılabilmek adına muhteşem fırsatlar çıkmış, ama her şeyimizi kısa sürede “tek adam sevdamız” yüzünden kaybetmişiz. Şimdi geldiğimiz nokta “Erdoğan’ın karşısında güçlü bir tek adam çıksın ve bizi bunlardan kurtarsın” noktası. Oysa bu buyurgan, hava atan, aşağılayan, “ne olacak halimiz” demediğimiz bir gün bile bırakmayacak düzeyde mütecaviz, kalitesiz dille bu kadar ilgilenmiş olsaydık belki önce bu anlayışı kırabilirdik. Her gün haberlerde gördüğümüz her iyi gelişme, iyi haberin ardından neredeyse sevinçten çıldıracak gibi olacakken, yüzlerce kötü gelişme, kötü haber arasında boğulup “ne olacak halimiz” feryadımıza belki birkaç küfür ekliyor ve olduğumuz yerde sinirleniyoruz, çünkü sandığın her şey olduğunu düşünen zihniyetin karşısında tam anlamıyla güçsüz, halsiz, ezik durumdayız. Bizim de parçası olduğumuz bu ülkede hiçbir şey üzerinde reel etkimiz yok, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimiz görüşüne gün be gün daha da sarılıyoruz, ki “böyle giderse” maalesef haklı çıkacağız.

Ben her gün azarlanmak da, ezilmek de istemiyorum; ve son yıllarda her gün azarlandığım, ezildiğim bu coğrafyaya bakıp da “her şey muhteşem gidiyordu ama bir tek bu son gelişme bizi şaşırttı” diyenleri üzülerek izliyorum. “Neredeydiniz” edebiyatı benim edebiyatım değil, ama hepimiz buradayız ve “neredeydiniz” edebiyatına konu olan olguların aksine, şu an yaşadığımız süreci içinden de dışından da görebiliyoruz. Hadi kapatalım, değil mi?

Umudunuzu kaybetmeyin diyemiyorum, kaybetmek için bu kadar çok, kaybetmemek için bu kadar az sebep varken.

Şaşırmayın, bunu kaç yıldır yaşıyordunuz ama belki anlam veremiyordunuz. Bu vardı, ve bunu görmeniz için “yuh artık, bu kadarını ben bile savunamam” noktasına gelmeniz gerekmiyor.

Değer denen şey çoğunluğa endeksli genel-geçer bir şey değildir. Yukarılarda bahsedilen değerler gibi insan düşmanı, iğrenç, bizi hiçbir yere götürmeyecek şeyler gördüğünüzde “değerdir nihayetinde” demek yerine “batsın böyle değerler, bunlarla gurur duyacağıma değersiz kalayım” deyin; çünkü

Zaten “onlardan olmadığımız” her gün bize hatırlatılıyor, ve yakın zamanda “burada yaşama hakkımızın bile tanınmadığını” daha da net bir şekilde anlayacağız. Umarım yakın tarihte sosyal manada yaşama hakkının tanınmadığı düzenleri tecrübe ettiğini düşünen şahıslar da bu konuda empati yapabilirler.

Sokağa çıktığınızda o “değerlerden” kaynaklanan “iğrenen ve ölü görmek isteyen” bakışları kaldırabilirseniz, size iyi yaşamalar.

*: Toplumdan dışlanma, sosyal baskı, hor görülme, vb.

**: Özgürlüğün kısıtlanması (hapis, sürgün, gözlem altında tutma), para cezası, resmi uyarı, vb.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d bloggers like this: