TOMAvarımcılık, İstatistik ve Ekonomi: Uzunca Bir Analizcik

Sabah gazetesi(!)nin haberine göre ülke genelinde protestolara iki buçuk milyon civarında kişi katılmış. Hükümete yakın bir gazetenin marjinalize ve kriminalize etmeye çalıştığı topluluğun sayısını çok daha azmış gibi vereceğini bir kenara atıyorum. İki buçuk milyon “is fine” arkadaşlar. Birkaç soru soracağım ve birkaç yargıda bulunacağım:

S1: İstatistik konusunda minnacık bilgisi olan arkadaşlar da bilirler, 75 milyonluk bir ülkeden alınmış 2,5 milyonluk örneklemin temsil imkânı nedir? Bunu normal bir sosyal bilimsel araştırmada sağlamak mümkün değilken bile bu araştırmalar kayda değer sonuçlar verirken, 2,5 milyonluk bir sample, en azından orada olsun ya da olmasın bir derdi olan “bir” kesimi temsil etme özelliği gösterir mi, göstermez mi?

S2: Siz her derdiniz için sokağa çıkıyor musunuz? Herhangi bir rastgele derdiniz için sokağa çıkma ihtimaliniz, %x olsun. Bu x sayısı muhtemelen ortalamada çok çok düşüktür. Yani 2,5 milyon kişinin sokağa çıkabilmesi için ya çok geçerli bir sebepleri vardır, ya bu 2,5 milyon kişiyle aynı sebeplere sahip olan ciddi bir çoğunluk vardır, yani ortalama %x ihtimalinden yola çıkarsak 250.000.000/x kadar kişi benzer sebeplere sahiptir, ya da “bu iki durumun birleşimi.” Böyle bir topluluk istatistiksel manada “marjinal” midir?

S3: Herhangi bir topluluktan kayda değer miktarda bir örneklem aldığımızda, bu örneklemin rastgeleliğini (toplumsal dinamiklerden dolayı) tam tutturamasak bile, örneklemin popülasyonun tamamına benzer özellikler göstermesi beklenir. Eğer olaya çok düz ve “Gezi-öncesi” yaklaşırsak, özellikle ilk zamanlardaki kalabalığın hükümet politikalarına veya Başbakan’ın “kırıcı şahsına” karşı birleştiğini söyleyebiliriz. Yani bu insanların hemen hemen hepsinin AKP’ye oy vermemiş insanlar olmaları normaldir. İlla ki böleceksek, bu insanların yarısından fazlasının ana muhalefet partisine oy vermiş olması anormal midir, yoksa kitlenin temsil ettiği “oturan + yürüyen” çoğunluğun temsili açısından mantıklı bir yaklaşımda mı bulunmuş oluruz?

S4: Örgütlenmek, ideoloji sahibi olmak, azınlık (marjinal) olmak suç mudur? Meşruiyeti siyaset sahnesinde gayet de meşru olan siyasi partilere tabiiyetinden müteşekkil reddedilen hareketler neden sadece “bir” adet “belirli” partiye tabi olduklarında meşrudurlar?

S5: Toplanma ve gösteri hakkı nedir? Polisin bu tür hakların icrası durumunda kullanabileceği yetkiler nelerdir? Bu yetkiler ne gibi durumlarda kullanılabilir?

———-

Y1: Bilimin bana vermediği ama benim üstüme alındığım yetkiyi kullanarak, kendiliğinden sokağa çıkan kişi sayısının, günlerce SMS atılarak, erzakları karşılanarak, belediyelerin araçları (bizim vergilerimiz) kullanılmak suretiyle “özellikle taşınan” insan sayısından fazla olmasını, Gezi Parkı ile başlayan demokratik ifade sürecine destek veren kişi sayısının “çok büyük oyunlar oynanıyor, dış mihraklar, faiz lobisi” meselelerine yüklenen kişi sayısından fazla olmasına bağlayabiliriz. Yani elimizdeki örnekler ve dinamikler ülke genelini temsil bakımından Gezi eylemcilerinin daha sağlıklı bir karşılaştırma imkânı sunduğunu göstermekle birlikte, ister sokağa çıksın, ister evinden izlesin, tepkiyi destekleyenlerin sayılarının da kayda değer miktarda “diğerlerinden” fazla olduğunu ortaya koyuyor.

Y2: Sabah 2,5 milyon dediği için en az beş milyon kişinin, tamam tamam, sizin de kabul edebileceğiniz bir sayı olsun, 2,5 milyon kişinin içinden, bu kadar hızlı ve kontrolsüz gelişen olaylar sırasında, bir kişinin bile şiddeti düşünmeyeceğini veya uygulamayacağını düşünmek geri zekâlılıktır. Tuttuğu takım eleştirilince kavga çıkartan ve bunu bazı örneklerde cinayete kadar götüren toplumun böylesine ağır bir polis müdahalesi ve devlet tehdidi altında “bu kadar” çıldırmasını öpüp başımıza koymamız gerekiyor. Aynı tür müdahalelere halkın tepkisi başka ülkelerde çok daha ağır olabiliyor. Bunun en mantıklı örneği İngiltere’deki Blackberry Riots olayları. Daha önce bahsetmiştim.

Olaylar bir gencin polis tarafından vurulmasıyla başlamıştı (bizde 6 kişi hayatını kaybetti, bu yazının yazıldığı tarihte). İnsanlar on binlerce iş yerini yağmaladılar, dağıttılar, maddi zarara uğrattılar, yüzlerce evi yaktılar. Sokakta yaşlı kadınları tekmeleyip onlarca polis memurunu ciddi biçimde yaraladılar. “Ancak bu durumu takiben” adamların başbakanı çıkıp “bunlar çapulcular” dedi, zira hak ediyorlardı, ancak birikmiş örnek üzerinden çok hızlı ve kontrolsüz şekilde patlak veren böyle bir olayın “rasyonel kabul edemeyeceğimiz” insan türü üzerindeki etkisini de düşünürsek “normal” ve “tahmin edilebilir” tepkiyi verdiler.

Olaydan azıcık koparsak… Tanımadığım insanların bana dokunmaları kadar sinirlendiğim bir şey yoktur, ancak genel manada sinirleri alınmış, “geniş mezhepli” bir adamım. Yolda gelip bana vursanız ve hayatımla ilgili ciddi bir tehdit algılamazsam, yapacağım ilk şey “ne iş” diye sormak olur. Küfretseniz, “sebep?” derim. Yine de çok agresif bir ortamda çocukluk geçirmiş bir “travma sakini” olarak, tanımadığım birisi bana dokunduğunda çıldırabiliyorum. Şiddet uygulamasam bile ciddi ciddi düşünebiliyorum. Sakin, eğitimli, genelde eylem insanı değil fikir insanı olan biriyle tanışmış bulunuyorsunuz. Şimdi tanımadığınız birinin size dokunması gibi muallakta ve açıklanamayacak şiddetsizlikte bir olayı aşıp “ortalama bir insan” olarak birinin size ortada hiçbir sebep yokken, yetkisi bile yokken gaz attığını düşünün. Dağılmanıza bile izin vermediğini, orada ölüp kalmanız için uğraştığını… Kemiklerinizi kırma pahasına üstünüze biber solüsyonlu tazyikli su sıktığını düşünün, deriniz yanıyor. O sırada siz veya başka biri polisler tarafından kıstırılıyor, bir kişiye beş kişi, on kişi, yirmi kişi, kırk kişi coplarla, tekmelerle, tokatlarla girişiyorlar. Bu ya size yapılıyor, ya da siz buna şahit oluyorsunuz.

Bu yazıyı okuyanların çoğu Türkiye’de yaşıyor. Kendimizi kandırmayalım. Birisi annenize küfretse ve yanınızda öldürücü bir güç taşıyorsanız (silah, bıçak), onu kullanmayı düşünüyorsunuz bir an bile olsa. Toplumun çoğunluğu böyle. Sen böyle değilsen annen, baban böyle. Onlar değillerse kardeşleri veya anneleri, babaları böyle. Şimdi yine iyi, özellikle 80’lerde doğanlara kadar ciddi bir kesim öğretmenlerinden dayak yedi ve öğretmenleri de, aileleri de bu durumu normal karşıladı, çünkü daha da büyük bir kesim evde ailesinden dayak yiyordu. O esprilerini bile yaptığımız güdümlü anne terliği medeni ülkelerde yıllardır “barbarlık” olarak tanımlanıyor ki biz bunu burada içselleştirmişiz. İngilizler gibi sıçarken icazet alacak düzeyde kibar ve gelişmiş bir toplumda bu derece şiddetli olaylar yaşanmasını insan doğasına bağlayabiliriz. Normal olan onlar, anormal olan biziz ve bu anormalliğimizi öpüp de başımıza koymalı, terk etmemeliyiz. Zira biz görmesek bile bize yapılanları çocuklarımız, belki torunlarımız görecekler. Elbet bir gün, belki kısa bir süreliğine de olsa bu topraklar adalet görebilecek ve bu adalet mazlumdan yana olacak.

2,5 milyon gibi çok iyimser bir sayıyı almıştık, kaç tane “eylemci şiddeti” gördünüz? Kaç tane dükkân yağmalandı, kaç kişi “kendini savunma amaçlı, kanunen meşru müdafaa sınırları içinde sayılabilecek düzeyde” bile olsa taş attı? Yüzü geçer mi? Çok cömert davranıp iki yüz elli diyelim. Görüntüler her yerde. Devlet şiddetini gösteren görüntüler de her yerde, gösterici şiddetini gösteren görüntüler de. Yüzde 0,01 ediyor, değil mi? Cömert davrandığımızı, başta da 2,5 milyon sayısında cömertliğin bokunu çıkarttığımızı tekrar belirtelim, ancak şunu da unutmayalım: şu an internette herkesin ulaşabileceği yüzlerce video var ve bu videoların hepsi ortalamada video başına yine yüzlerce polisin ciddi şekilde orantısız ve öldürmeye yönelik şiddetini içeriyor. Buna karşılık elini korkak alıştırıp 2,5 milyon kişi sokağa çıktı diyen Sabah ve “bu tarz medya”nın elinde “taş atılması” gibi, polisin teçhizatı ve devletin fiziki gücü düşünüldüğünde meşru müdafaanın bile altında kalan örneklerin sergilendiği kaç örnek var? İki, üç ya da beş? Yüzlerce örnek ve her birinde ortalama yüzlerce polis dedik. “Lerce” kısmına P diyelim. Göstericiye yüzde sıfır nokta sıfır birlik, istatistiksel olarak hiçbir kayda değerliği olmayan bir oran için bir kere tepki gösterip “bence eylemler amacını aştı L” diyebiliyorken, P x 10000 kez de devlete tepki göstermeniz gerekiyor. Eğer siz kontrolsüz, “birikmiş baskı ve öfke ortamından güç alan”, bir anda korkunç sayılara ulaşan insanların arasından yüzde sıfır nokta sıfır bir oranındaki yanlışı görüp; böyle olaylarda sakin kalması ve çevresinin güvenliğini ve sükunetini sağlaması için yıllarca eğitilmiş, profesyonel ve ciddi teçhizata sahip bir “ordu”nun neredeyse tamamının yaptığı yanlışı göremiyorsanız veya ikisini de görüyor ve aynı oranda tepki veriyorsanız, çok ciddi bir hastalığa tutulmuşsunuz, geçmiş olsun. Bu hastalık “iktidar-sevicilik”, “güce-tapıcılık”, “devlet-yalayıcılık” olarak adlandırılabilir. Espri olsun diye TOMAvarımcılık bile diyebiliriz, ancak olay espriyi de aştı. Çok ciddi bir problemimiz var.

İnsanlar halka açık noktalarda “bulundukları” için müdahaleye(!) uğruyorlar. Adamlar toplanmış, yollar bile açık, hiçbir hak veya özgürlük güme gitmiyor, kimseye bir rahatsızlık verilmiyor, derhal bir anons: “şu kadar süre içinde dağılmazsanız müdahale etmek zorunda kalacağız”. Birileri çıkıp “neden?” diye bile sormuyorlar. İnsanların meydanda hareketsiz durdukları için gözaltına alınmaları kimsenin mi garibine gitmiyor? Bunu garip bulmakta oldukça zorluk çekenler neden barışçıl “bulunma”, “yürüme”, “konuşma” eylemlerinin devam ettirilmesini provokasyon ve dış destekli manipülasyon olarak damgalamakta bu kadar zorlanmıyorlar? Polisin, askerin olmadığı yerde hiç kimsenin zarar görmediğini, hiçbir olayın çıkmadığını, hiçbir şikâyetin olmadığını görmek bu kadar mı zor? Şu olayları beş yaşındaki yeğenime anlatsam “e amına koyayım, polisin müdahale etme yetkisi bile yok, niye polis var ki orada, polis çekilsin” diyecekken, koca koca adamlar nasıl on yıldır ezilen, hor görülen, aşağılanan, hayatının her alanına müdahale edilen halktan itidal ve sağduyu bekliyorlar?

Ethem Sarısülük mesela… Ethem’in ölmemesi için ne gerekiyordu? Tamamen barışçıl gösteriler yapmaya çalışan insanları gece biber gazıyla uyandırmayacaktınız, adım attıkları her sokakta olağanüstü hal ilan etmeyecektiniz, gaz maskesi ve limon gibi şeyleri vapur çıkışlarında “suç aleti” diye toplayıp insanları gözaltına almayacaktınız. Siz yokken her yer çok güzeldi ve siz varken her yer bombok arkadaşlar. Kırk, elli, altmış yaşlarında, çok çok güzel yerlerde eğitim almış, “kıçının kılları ağarmış” adamlar hâlâ insanların sokağa çıkmalarını provokasyon olarak görebiliyorlar. Provokasyonun tanımını bildiklerinden bile şüpheliyim. Provokasyon öyle olmaz arkadaşım. Sokağa çıkmak provokasyonsa yemek yemek de provokasyondur. Sen provoke olacaksın diye aç mı kalsın mesela adam? Tek suçları tamamen “kanuna uygun” bir siyasi partinin üyesi olmak olan yüzlerce insanın evine şafak operasyonları yapıldı, evleri yağmalandı, gözaltına alındılar. Bu insanların herhangi bir suç işlediklerine dair hiçbir kanıt yok ortada. Oysa Ethem’in vahşi bir cinayete kurban gittiği görüntünün birçok farklı açıdan çekilmiş hali ortalarda dolaşıyor, ve bilirkişi raporu başka, hâkim bey başka bir şey söylüyor. Meşru müdafaaymış… Adamı saldılar şimdi, aramızda dolaşıyor, iki üç ay içinde yırtar, başka gençleri öldürmeye devam eder. O devam etmese başkası eder. Neden? Artık suçun cezasız kalmasına alıştık. Dünyanın en dandik ülkelerinden birinde doğru düzgün altyapı kurmadan hızlı tren hattı kurarsın, kaza olur, suçu makiniste atılır. Sekiz bine yakın kişiyi yaralarsın, 11 kişinin gözü çıkar, 6 kişi ölür, bunun suçlusu ortada kendilerine dair hiçbir kanıt veya somut bilgi olmayan dış mihraklar ve faiz lobisi falandır. Ne yani, ülkede toplumsal bir problem olduğunda ilk hesabı içişleri bakanından, sonra da siyasi iktidardan mı soracaktık?

Birileri alkış tutmaları için evlerinden alınır, karınları doyurulur, susuzlukları giderilir; sen belki cebindeki son parayı Taksim’e gitmek için Akbil’e, İstanbul Kart’a basarsın. Birileri için hazırda ambulans, çadır revirleri bekletilir, senin kulağın kopar, “birileri” ambulansı içeri sokmaz, seni tedavi eden doktora soruşturma açar. Birileri çocuklara tecavüz edip serbest kalır, sen kız/erkek arkadaşının elini tuttun veya öptün diye metroda anons yaptırırlar. Şehirlerarası otobüslerde “bayan yanı” konseptini bulacak denli gözü dönmüş iğrenç toplum, sen eşinden şiddet gördüğünde sığınma evini kapatır, seni evine döndürmeye çalışır, bulunduğun yerle ilgili bilgileri eşine servis eder. Birilerinin aklına fanteziler gelir, ortada çok büyük iddialar vardır ama bu iddiaların büyüklüğü ve absürtlüğüyle çelişircesine hiç kanıt yoktur, o iddiaları gerçekmiş gibi haftalardır tekrarlarlar, hatta iktidarın başı da bu tekrarlayanlara katılır, yalanlama gelse bile katılır, defalarca gelse bile katılır. Sen eşinden, sevgilinden yol ortasında şiddet görürsün, olayın etkisiyle fenalık geçirir düşersin, gazeteler “nakavt” diye başlık atar kutlarcasına.

Birilerinin evlatları senin onda birin kadar yeteneklidirler, ya da onda birin kadar çalışmışlardır. Sen “kazanırsın”, imkânın olmaz, gidemezsin. Kabul edilirsin, para bulamazsın. Zorluk çekmişsindir, bazı şartları sağlayamazsın. O birilerinin evlatları parayı da bulur, imkânı da bulur, hiç de zorluk çekmezler merak etme. Amerika’da okurlar, Avrupa’da çok güzel iş bulurlar, sıfırdan milyonlara sahip olurlar. Ya da ülkenin alanında en kaliteli üniversitesine alanında en kalitesiz üniversitelerinden birinden çat diye yatay geçiş yapabilirler. Derece mi? Al sana derece. Ama dışarıda hava kaç derece?

———–

Kişi başına düşen milli gelir on bin doları aşmış, teşekkürler. Eşdeğer hane halkı kullanılabilir (disposable) gelire göre ülkeyi beşe ayırıyoruz. En üstteki yüzde yirmilik kesim gelirin %46,7’sini alırken, en alttaki yüzde yirmilik kesim %5,8’ini alıyor***. Dört kişilik hanesine aylık 700 küsür lira giren adam kişi başına düşen gelirin bu noktaya geldiğini duyunca sevinçle alkışlıyor, sonra yanıma geliyor, “oğluma bir pantolon bile alamadım” diye ağlıyor.

Ekonomimiz çok gelişti, GSYH üç buçuk katına çıktı deniyor. Böyle bir şey olabilir mi? Koskoca Maliye Bakanı yıllara bağlı değişen nominal hesapları sabit tutup karşılaştırıyor. Reel hesapla son on yıldaki büyümenin yüzde 60 civarında, kişi başına düşen gelir artışının yüzde kırk civarında olduğunu görüyoruz. Yıllık ortalamayı düşünürsek tüm Cumhuriyet tarihiyle aşağı yukarı benzeşiyor. Hani o insanların yağ kuyruğuna, tüp kuyruğuna girdiklerinin anlatıldığı dönemleri de kapsayan, birçok ekonomik sistem değişikliği ve problem yaşamış doksan yıllık Cumhuriyet ortalamasından bahsediyorum. Sonra kafamı Avrupa’ya çevirip oradan da bir ortalama alıyorum. Aynı sürede bu adamlar yüzde 93 civarı büyümüşler. Hani Hindistan, Brezilya, Çin, vs. gibi çok korkunç hızda büyüyen, muhteşem geleceğe sahip bir ekonomiyiz ya, ondan kontrol ettim. Meğer Cumhuriyet ortalaması ve dönem dönem yaşanan sorunları düşündüğümüzde, iyiyi bırakın, normal giden bir ekonomide bile kat be kat daha fazla büyümüş olmamız gerekiyormuş, diyemedim. Avrupa’nın yerleşik ve büyümeye pek de elverişli olmayan ekonomilerinin bile gerisinde kalmışız da diyemedim. Çünkü ben bir ekonomistim ve yıllardır bunları takip ediyorum. Bu ülkenin ekonomisini “bunlardan” sonra toparlamaya çalışacak olan hükümet ister iki sene sonra gelsin, ister altı, ister yirmi… Sadece üzülüyorum ve o zaman asıl “oynanacak oyunları” şimdiden görebiliyorum.

———-

Buraya kadar okumaya zamanınız varsa bundan sonrasını okumaya da zamanınız olduğunu umuyorum. Dış borçlara geleceğim. IMF’e olan borçlarımızın sıfırlanmasının “etkisel iyi”, “etkisel kötü” ve “total kötü” yanları var. Etkisel iyi yanı şudur: IMF, size yardımda bulunur, karşılığında bu yardımı nasıl kullanacağınızı bile aşan yaptırımlarda da bulunur. Yani ekonominizi nasıl yöneteceğinize burnunu sokar. Bir an için ne yaptığını bilen ve ülkeyi ekonomik manada ileri taşıyan beyinlerimiz olduğunu farz edersek, IMF’e olan borçlarımızın sıfırlanması en basit tabirle “iç işlerimize karışılmayacağı” anlamına gelir. Tam bağımsız Türkiye! Yeeeeyyy! (Burayı bir sonraki meselede açıklayacağım. Şimdilik borca devam).

Ne yaptığını bilmeyen beyinlere sahip olduğumuzu düşünürsek, yani ülkeyi ekonomik manada uçuruma sürükleyen bir yönetimimiz olduğunu, IMF’in baskıcı politikaları ve yardım karşılığındaki gereksinimlerini özleyebileceğimizi düşünüyorum. Zira şu an tüm dünya bizimle “taşak” geçiyor arkadaşlar, doğruya doğru. Özellikle Merkez Bankası’yla ilgili çok güzel yorumlar olduğunu söyleyemem. Adamlar özetle şunu diyorlar: “Ya bizim anlamadığımız çok karmaşık bir şey deniyorlar, ya da yakında sıçacaklar.” Düz vatandaş mantığıyla IMF’in “verdiği borcu koruma” içgüdüsüyle ciddileşeceğini tasavvur edebiliriz sanırım. Yani IMF borç verdiği ülkenin o borcu geri ödeyemeyecek duruma gelmesine müsaade etmeyecektir. Gerçekten çok basit anlatmaya çalışıyorum, konudan anlayan arkadaşlar mazur görsünler lütfen. Yani tamamen mutualist bir birliktelikten söz edemesek bile, IMF’in parazitik bir oluşum olduğunu söylemek de gerçekçi değil. Bu açıdan bu ortam ve şeraitte IMF’ten bağımsızlaşmamız pek hayra alamet görülmeyebilir mi? Görülmeyebilir. Mezhebinize, yani kafanızdaki ekonomi ekolüne bağlı olarak bu konuyu kendi kendinize yorumlayın şimdi.

Üçüncü alt-mesele, yani “total kötü” olan şey ise IMF’e olan borçlarımızı nasıl kapattığımız. Bzzzt. For basitlik’s sake… Kredi kartınıza 100 lira ödemeniz gerekiyor. Nakitiniz sıfır. Diğer kredi kartınızdan 100 lira nakit avans çekip ilk kredi kartınıza ödediniz. Faiziyle birlikte (atıyorum) artık ikinci kredi kartınıza 105 lira borcunuz olsun. Bu sizi neyden kurtarır? İlk kredi kartınızı kullanım alışkanlıklarınızın bankanız tarafından baltalanmasından kurtarır. Yani sizin limitinizi kısmazlar düzenli ödeme yaptığınız için. Kısacası paranızı nasıl harcayacağınıza, yöneteceğinize, vs.nize karışmazlar (bkz. IMF). Ancak sizin artık umursamaz ikinci bankayla derdiniz var. Eğer bu borçlarınızı kontrol altına alabilecek bir gelire sahip değilseniz (bkz. GSYH), arada yaptığınız işlemlerin toplamda sıfır etki yaptığını düşündüğümüzde ikinci dönemde üçüncü bir kredi kartınızdan 105 lira çektiniz ve ikinci kredi kartınıza yatırdınız. Harcama ve yönetme alışkanlıklarınızı kontrol altına alırken kullanım maliyetinizden taviz verdiniz. Eğer bunu kontrol edebileceğiniz bir geliriniz varsa ve bir süre sonra kredi kartı kullanmayı bıraktıysanız, bir süre sonra kredi kartı limitiniz dolacak, ya da kredi kartı dışında alışveriş yaptığınız hesabınız hayatınızı sürdürmeniz için yeterli olmayabilecektir. Evet, IMF’e olan borcumuzu yüksek miktarda başka borçlarla kapattık. Buradaki problem başka yere borçlanmamız ve total borçlanma miktarımızın artması değil, zira çok büyük bir artıştan söz edemiyoruz. Lütfen bu konuda Banu Avar’ın paylaşımlarını falan takip etmeyin, birçok eksik ve yanlış bilgi var. Sorun dış borcumuzun gelirimizle oranladığımızda kontrol edilebilir olan statüden çıkmak üzere olması. Muadilimiz olan ekonomilerin (geçmiş veriler, büyüme trendleri ve gelecek tahminleri açısından) takriben 2-3 katı bir Dış Borç/GSYH oranına sahibiz. Eğer son birkaç yıla bakarsanız bunun direkt şimdiki hükümetin çok büyük bir sorunu olarak görülemeyeceğini görürsünüz. Sorun mudur? Sorundur. Bu olaydan kim sorumludur? Tabii ki siyasi iktidar ve onun politikaları sorumludur. Kendin yaratmadıysan bile çözebilmen gerekiyor. Yoksa “önceden gelen şeyler var” dediğin zaman kimse kimsenin sorununu çözmez, göreviniz bu yani. Neyse. Ancak bu sorun direkt AKP hanesine yazılabilecek “çok büyük” bir sorun değil, onu demeye çalışıyorum. Yine de bir sorun ve sağda solda “IMF’e tokadı bastık, siktiri çektik” diye hava atılacak bir ortam da yok. Bunu da demeye çalışıyorum. Dış Borç / GSYH oranını ekonomik gelişim trendleri bizimle alakasız olan testisli Avrupa ülkeleriyle karşılaştırmayı ise tamamen gereksiz ve kötü niyetli buluyorum.

———-

Tam Bağımsız Türkiye

Özellikle kendilerini vatansever diye adlandıran arkadaşlarımız böyle tabirlere bayılıyorlar, ancak ülkenin durumunu biliyorsunuz. Kendimizi kullandırtmadan, şahsi haysiyetlerimizi teslim etmeden, AB’ye ve BM’ye götüm götüm yaklaşmamız gerekiyor. BM’yi de geçelim hatta, sadece AB de olur. Dediğim gibi durumu biliyorsunuz, AB’nin gözü üzerimizde olmasa bunlar tüm ülkenin elektriklerini kapatır, gece evimize kadar gelip keserler bizi. Belki kültürel problemler ve toplumsal gelişim eksikliğimizden dolayı hiçbir zaman “o ülkeler”deki kadar müreffeh olamayacağız, belki fiziken böyle bir birliğin hiçbir zaman parçası olamayacağız. Yine de kâğıt üstündeki mottolara dikkat etmek gerek. Sorumluluk alıp çözüme yönelmesi beklenir ve istenirken dışarıya bakan ve problemi dışarıda arayan bir devlet, her şeyden önce izlendiğinin farkındadır ve bu durum en azından bizim için “birazcık daha güzel” bir durumdur. İdam cezası gibi insanlık dışı bir kıroluğu kaldırmak için bile CoE’nin dayatmasına ihtiyaç duymuş bir ülkeyiz. Eğer burada bildiğimiz veya bilmediğimiz bir hesap olmasaydı CoE takılmayacaktı, iplenmeyecekti, biz de artık recme kadar giden cezalardan ceza beğenecektik. Abarttığımı düşünenler bundan birkaç ay, hatta bir yıl öncesine kadar yazdığım yazılara göz atabilirler. Merak etmeyin, bu kadar uzun olmuyor o yazılar genelde, ve merak edin: geleceği görebildiğimi iddia etseydim şimdi zengindim. Keşke bu işi paraya çevirseydim. Her şey paraya takılıyor çünkü, neyse. Mesela “kimseyi dinlemeyen bir adam”ın Suriye konusunda bizi ne noktalara sürükleyebileceğini ve neyin eşiğinden döndüğümüzü düşünsenize. Nasıl döndük? ABD. Şu an o kadar sığınmacıya rağmen hükümetin politikalarının dışında bir sebepten gelişen, kendi kendine oluşabilecek bir göç problemimiz yok. Neden yakın gelecekte de olmayacak? AB. Neden şu an gaza gelip girebileceğimiz Suriye’ye girmiyoruz? Neden milyonlarca Türkiye ve Suriye vatandaşının hayatını mahvetmeyelim ki? Rusya bebeğim. İran, ve saire.

Kafamızı kuma gömerek hiçbir yere varamadık. Bunu Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerinde denedik, ancak bunlar pek hoş dönemler değillerdi. İşte bunlar hep uluslararası dinamikler. Bize “ülke vatandaşları olarak” düşen görev buradaki meseleyi görebilmek ve bağımsız ama “açık” bir yuvaya sahip olmak için uğraşmak. Yoksa bunlar ışıkları söndürür, bizi keser ve kaçarlar. Suçlu yine biz oluruz. Süper güç olmak gibi bir ihtimalimiz yok, bir kere bunu ortaya koyalım. Ekonomimiz çok kötü, siyasi itibarımız yerlerde. Bu yüzden uluslararası dinamiklerin köpeği olmamak kaydıyla bu dinamikleri ciddiye almamız ve önümüzü görebilmemiz gerekiyor. Unutmayalım ki kendi ülkesinde kötü giden şeyler konusunda hiçbir sorumluluk kabul etmeyen ve her topu başkalarına atan adamlar bölgede veya dünyada da hiçbir sorumluluk alamazlar. Tarih boyunca hiçbir gelişmiş ülke “biz muz cumhuriyeti değiliz” dememiştir. Eğer bir ülke “biz muz cumhuriyeti değiliz” diyorsa, o ülke pratikte bir muz cumhuriyetidir. Ülkede iyi giden her şeyin tek bir adamın şahsına, kötü giden her şeyin siyasi iktidar haricindeki her şeye yüklendiği bir ortam ne kadar gerçekçidir? Eskiden bazı şeylerin daha kötü olması, şimdi “kötünün iyisi”ne tamah etmemizi gerektirmiyor, kaldı ki konudan az çok anlayan bir insan olarak şu an totaldeki durumun çok daha kötü olduğunu ve daha da kötüye gideceğini görüyorum maalesef. Umarım aynı şeyleri görüyoruzdur, yoksa bundan sonraki iktidar belki de “enkaz devraldık” deyip de %100 haklı çıkacak tek iktidar olacak, çünkü 2013 yılındayız, bazı şeyleri aşmış olmamız gerekiyor ve devlet yönetiminde, içeride veya dışarıda yapacağımız herhangi bir hatanın bahanesi kalmadı.

***: Kaynak, TUİK, 2011, Eşdeğer hane halkı kullanılabilir gelire göre sıralı yüzde 20′lik gruplar itibariyle yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir gelirin dağılımı.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.