Türkiye Herhangi Bir Avrupa Ülkesi Olur mu?

Yine gündemimiz şahane. İnsan ne yazayım değil, “hangisini yazayım” diye düşünüyor Ahmet Hakan’ın dediği gibi. Kısa kısa hepsinden bahsetmemiz daha uygun olabilir diyeceğim ama, hepsinden bahsetmek de mümkün değil, o kadar çok var ki… Bazılarından bahsetmek en uygunu olacak sanırım.

Ah Özgür Mumcu, ne çektin bunlardan! Arkadaşını ziyarete giderken olayların ortasında kalan, polis tarafından darp edilen, tecavüzle tehdit edilen, panzerle sıkıştırılıp sonrasında “keşke seni ezseydim, kaza derdim” denilen, tüm ısrarlara rağmen kendi lehine olabileceğinin düşünüldüğü deliller “ısrarla” incelenmeyen ve 3 yıl küsür hapis cezasına çarptırılan Emine Akman, 21 ay yattıktan sonra “yattığı süre göz önünde bulundurularak” tahliye edildi. Bakın beraat etti demiyorum, tahliye edildi. Muhtemelen bu “Kürt öğrenci” yarın öbür gün suçlu olmadığına dair somut deliler getirip medya aracılığıyla paylaşsa bile sesi duyulmayacak. Yattığı 21 ay yanına kar(?) kalacak. Sonuçta hem Kürt, hem öğrenci, yaşadıkları az bile. Avukatının normal ruh halinde bir insana illallah dedirtecek konulardaki talepleri “soruşturmaya gerek olmadığına…” diye sonuçlanıyor. Mahkemede Emine’nin erkek arkadaşını ziyarete gittiğinin öğrenilmesinin üstüne ailesine dönülüp “kızınız okumaya gitti zannediyorsunuz ama…” deniyor. İşte tüm bunları yazan Özgür Mumcu hakkında “adli davayı etkilemeye çalışmak” vb. nedenlerle soruşturma açılmış. Konuyla ilgili haber ve yazı bu adreste bulunabilir. Normal ruh halinde bir insanın dert etmesi gereken “yargının bağımsızlığı ve düzgün işlemesi” gibi bir konuda sorun olduğunu söylemek, anladığımız kadarıyla yargılanmak ve/veya birçok örneğini gördüğümüz gibi hapishanenin dibini boylamak şeklinde sonuçlanıyor. Yani ülkeyle veya adaletle ilgili bir sorun gördüğünde susacaksın.

Ankara Metrosu’nda Kurtuluş durağında öpüşen çifte özel anons geliyor: “lütfen ahlak kurallarına uygun davranalım.” Ünlü bir sözde dendiği gibi, dövüşürken ulu-orta dövüşüyoruz, ama öpüşürken saklanmak zorundayız. Kim böyle bir dünyada yaşamak ister, veya yaşarken geleceğinden ümitli olabilir ki? İki insanın sevgi gösterisinde bulunmasının kime ne zararı olabilir? Ya da birileri her çıktığında, “ben bundan rahatsızım” dediğinde kamuya açık alanda kocaman anonslar mı yapacağız? Neden “rahatsız olmak” insani bir duygu olarak kalmıyor da birilerinin bizi hiçbir şekilde bağlamayan ve bize hiçbir zararı olmayan eylemlerine müdahale etmek zorundayız? Ne giydiğinden ne yediğine, içtiğine, kimi öptüğüne kadar burnunu sokan bir devlet, bir toplum… Gerçekten korkunç.

Fazıl Say’dan sonra Sevan Nişanyan da aynı tür bir ceza aldı. Üstelik daha önce dincilerle başı belada olduğundan bu cezası (onaylanırsa) para cezasına çevrilip ertelenemeyecek. Yani sırf birileri bir şeylere inanıyor ve bu şeylere inananlardan başka kimseyi ilgilendirmeyen, bağlamayan sebeplerle rahatsız oluyor diye ülkeye, edebiyata “yasaklayanlardan” çok daha katkıda bulunmuş bir insanın hayatının bir yıldan fazla bir bölümü heba olacak. İnanmayan için peygamberlik müessesesi diye bir şey yoktur. Bir tanrı olduğunu ve o tanrıyla iletişimde olduğunu iddia eden insan inanmayan kişi için ya yalan söylüyordur (yalancıdır), ya da gerçekte var olmayan bir şeye inanıyordur, yani hayal görüyordur (delidir). Bunları ifade etmek suç olacaksa, ateizm resmen suç olmuştur bu son iki “ünlü” örnekle birlikte. Zaten adam İslam peygamberinin yalancı veya deli olmadığını düşünse, bir tanrının varlığını ve o kişinin o tanrı ile iletişim kurduğunu kabul edecek, ve o dinin mensubu olacaktır. Bunu anlamak bu kadar zor olmamalı. Bu insanlar özgür iradeleriyle bir şey düşünüyorlar ve özgür olduklarını zannederek bir şeyleri ifade ediyorlar. Sonuç bitmek tükenmek bilmeyen ölüm tehditleri, ciddi tehdit oluşturabilecek hedef göstermeler, çok çok ağır kişisel hakaretler oluyor. Bunlarla ilgili hiçbir şey yapılmıyor. Evet, hiçbir şey yapılmıyor. Örneğin “Ateistlerin hepsini yok etmeliyiz” diye açık ve net bir şekilde insanları lince, katliama, belki bilmem-kaçıncı bir Sivas katliamına davet eden AKP milletvekili ile ilgili bir şey yapılacak mı? Bence yapılmayacak. E toplum huzurunu bozan şey bu, insanları açık ve net şekilde şiddete, katle teşvik eden şey bu? Yine “onların hukuku” olayına takılıp kalacağız, hiçbir şey diyemiyorum.

Alkol yasağıyla bitirmeye çalışacağım, ama bitmiyor anasını satayım. Gerçekten azıcık durup “dışarıdaki insan” gibi baktığımızda cidden traji-komik bir ülke tablosuyla karşı karşıyayız. Alkolle ilgili düzenlemenin ilk önerildiği haline karşı çıkılmıştı, sonradan daha da boktan bir halini gecenin bir vakti apar topar karara bağladılar. Yani “saat yasağı” geldi, ek olarak da “turistik mekanlar ve daha önceden lisansı olan mekanlar hariç” kısmı kaldırıldı. Sağlık bakanı Müezzinoğlu ise “barlar, meyhaneler için geçerli değil, sadece tekel bayileri için geçerli” diye bir açıklamada bulundu. Bulundu ama, ortaya atılan yeni şekilde böyle bir ifade yok, yani devletin veya yerel yönetimin isterse barda da, meyhanede de saat 10′dan sonra alkol sattırmayacağı bir şekilde çıkıyor yasa. Genelde ne çekiyorsak upuzun, karmaşık kanunsal maddelerden çekiyoruz, ama bu sefer belirsiz ve genel maddelerden çekecek gibi gözüküyoruz. Daha önceki haftalarda yazdığım bir yazıda da belirttiğim gibi artık her türlü komik gelebilecek veya küçük değişiklik hazırlığına “AKP gündem değiştiriyor” demememiz gerekiyor; çünkü biliyoruz ki adamlar ne kadar saçma, ne kadar mantıksız ve ne kadar özgürlüklere, insan haklarına aykırı da olsa böyle yasaları çat diye geçiriyorlar, ertesi gün kıçımızı yırtıyoruz. Alkolün tamamen yasak olacağı günler yakındır, ve bunun bir “modernci insan endişesi” olduğu söylemlerine de net: KAFAM GİRSİN. Bakın, on yıl önce rakıya %700 civarı zam gelecek deselerdi inanır mıydınız? Gündem değiştiriyorlar, derdiniz. Olur mu öyle şey, derdiniz. Şimdi gündem değiştiriyorlar dediğiniz her saçma, mantıksız ve insan hakları ve özgürlüklerine aykırı şey birer birer gerçek oluyor. Kimi öptüğünüze, neyi içtiğinize gizli gizli, üstü kapalı karışırlardı. Şimdi açık açık karışıyorlar ve arkalarında sizden nefret eden, sizin varlığınıza bile tahammül edemeyen, ölüp yok olsanız bu duruma bayılacak bir “yaklaşık %50″ var. Hükümet bu yaklaşık %50 ile, diğer yaklaşık %50′nin birbirinden her geçen gün daha da nefret etmesi için elinden geleni yapıyor.

Koyulan her yasak, doğuştan gelen haklarımıza vurulan her darbe ya “sizin iyiliğiniz için” ya da “Avrupa ülkelerinde bile var bu” şeklinde yapılıyor. Birincisi çok net. Çocukları tabii ki koruyacaksın, ama yetişkin insanları kendilerinden koruma hakkını nasıl kendinde buluyorsun? Benim için neyin iyi olduğuna sen nasıl karar veriyorsun? İkincisi daha da net:

1) Avrupa’da “böylesi yok”. Bu konuda ciddi bir bilgi kirliliği var. Avrupa’da böylesi var deyince okumayan, araştırmaya üşenen  her türlü andaval bu gerçekten böyleymiş gibi kabul ediyor. Zahmet edip şu adresi kullanmanızı ve gerçeği görmenizi öneriyorum: www.google.com Çok basit.

2) Avrupa’da bizim 5-10 katımız kadar kişi başına düşen milli gelir de var, düşünce ve ifade özgürlüğü de var, çok daha iyi çalışan adalet sistemi de var. Avrupa’da “zıkkım içsinler”, “ayyaş pislikler” tarzı açıklamalar yapan başbakanlar yok. Avrupa’da var diye başka köye aynı adet mi getireceğiz? Ki yok, orası ayrı bir mesele.

Avrupa’da alkollü içecek reklamları, satış sınırlamaları ve yasakları gibi konuları araştırmaya bir beş dakika ayırırsanız göreceksiniz ki, en ağır düzenlemeler bile bizdeki düzenlemelerin yakınına bile yaklaşamıyor. Alkollü içeceklerin satışıyla ilgili gün ve saatlere göre sınır koyan ülkeler var. Ancak bu ülkelerde gece hayatı etraftaki cami sayısına göre düzenlenmiyor, veya insanlık dışı saatlerle sınırlanmıyor. Alkol satışında sadece liquor-store diyebileceğimiz yerlerle ilgili, insanları zora sokmayan sınırlar var, bu yeni yasa ise devlete barlara, meyhanelere sınırlar koyma yetkisi kazandırıyor. Alkollü içeceğin “reklamını bile yapamazsın lan” şeklinde düzenlemeler ise hiçbir Avrupa ülkesinde yok. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde ise çeşitli organizasyonlarda sponsor olmaya bir engel yok. O “reklamların çocukları etkilemesi” veya “medyada alkolün yeri” gibi konularda örnek alındığı iddia edilen Avrupa ülkelerinin hiçbirinde bu düzeyde uygulama yok. Hemen hemen hepsinde bizde “X yaşından küçükler veya küçük gösterenler reklamda oynayamaz” şeklinde yer alan ifade, “X yaşından küçükler veya küçük gösterenler alkol kullanıyor olarak gösterilemezken, alkol kullanmadıkları sürece bu reklamlarda yer alabilirler” şeklinde geçiyor. Bu ise anladığım kadarıyla “fazla alkol aynen fazla tuz gibi, fazla şeker gibi zararlıdır” zihniyetinden kaynaklanıyor; yani bizdeki gibi “alkol kullanan herkes net orospu çocuğudur” zihniyetinden değil. Bu konunun alkolün Avrupa’da hayatın ve ailenin normal bir parçası olduğu algısından kaynaklandığını da düşünüyorum. Fransa’da annesi babası her akşam yemeğinde şarap içen, kendisine meyve suyu falan verilen çocuk bunun yıkılması gereken bir tabu olduğu algısıyla yetişmiyor. Türkiye’de “içip içip x yapmak” şeklinde lanse edilen alkolü alıp eve gelen baba “içme şu zıkkımı” şeklinde anne tepkisiyle karşılaşıyor. Sonra bu adam bu zararlı alışkanlığını evde masum bir şekilde maç izlerken iki bira içmek yerine, dışarıda “madem bir şekilde yasak” diye bokunu çıkartmak şeklinde icra ediyor. O ortamda büyüyen çocuk fırsatını bulunca 18 yaşını doldurmadan da alkole yöneliyor, çünkü ciddi bir pislik ve tabu öğesi olarak görüyor. “Ne var bunda bu kadar abartılacak, bir bakayım” diyor. Alkolü “içen” bir ailenin normal ve zararlı bir parçası olarak görmek belki de tüm sorunları çözecekken, alkolü olduğundan daha önemli “korkunç” bir öcüye dönüştürüyoruz ve daha büyük problemler çıkıyor.

Bitti mi? Bitmedi. Ülkemizde yetişkinlerin %17′den azının alkol kullandığına dair araştırma sonuçları var elimizde. Bu “alkol kullananlar” durumuna ayda yılda bir iki bira içenler de dahil. Ki aynı konuda daha ağır alkollü içecek tüketenlerin veya daha sık tüketenlerin oranı tahmin edilebileceği gibi çok çok düşük. Yani alkolizm sorunu yaşayan vatandaş oranı alkol kullanan vatandaş sayısıyla bile hesaplansa karşımıza sağlık açısından çok parlak bir tablo çıkıyor. Alkol nedeniyle ortaya çıkan trafik kazası diyebileceğimiz bir olay teknik olarak mümkün değil. Yani bir trafik kazasında birçok etmen varken, olayı sadece alkole bağlamak mantıksız ve eksik olur. Bunun dışında trafik kazalarında sürücülerin alkollü çıkmaları oranı da kayda değer miktarda değil. Ülkesindeki kanunu bilmeyen başbakanların iddia ettiği gibi alkol alıp kaza yapana ceza indirimi verilmiyor, aksine tam manasıyla “götünden kan alıyorlar”. Yani ülkemizde gerek sağlık, gerekse güvenlik ve suç oranı açısından alkol problemi diye bir problemimiz yok. Eğer gençler arasında alkol kullanımını engellemek ve gençleri alkolsüz bir yaşama teşvik etmek gibi adımlara ihtiyacımız varsa (ki sağlık, güvenlik ve suç oranı açısından durum ne olursa olsun gençlerin alkol kullanmalarının önüne geçmeye çalışılmalıdır), o adımları ayrıca atarız. Genç dediğimiz insanların 18 yaş üstü insanlar olduğunu düşünürsek, bunu sağdan soldan alkol satın alabilecekleri yerleri kapatarak, yasaklayarak değil, eğitimle, öğretiyle yaparız. Kimseye zararı olmayan, kendi özgür iradesi olan genç istiyorsa yine içer. Zararı olan genç ise zararı üzerinden yargılanır, alkol kullanımı üzerinden değil. İstemeyen, hakları, özgürlükleri elinden alınmadan insan gibi ikna edilen de içmez. Alkol problemi demiştik. Örnek aldığımız Avrupa ülkelerinin birçoğunda alkol problemi var, ciddi miktarda var. Bunların çoğu da bu ülkeler arasında alkol alma yaş sınırı 20-24 civarında olanlarda görülüyor. Yani örnek aldığımız ülkeler hem örnek aldığımız konuda bizden çok daha kötü durumdalar, hem de örnek aldığımız konuyla ilgili yaptıkları ortak yanlış “yasaklamak”. Ama tüm bu ayrıntıları görmezden geleceksek bile, örnek aldığımız ülkelerdeki yasaların en saçma, en aşırı ve en mantıksız yönleriyle düşünmüşüz diyebilirim. Hatta daha da ileri gidip bahsettiğimiz herhangi bir ülkede bu seviyede ve bu şekilde mantıksız, sebepsiz, düşmanca uygulanan bir kanun çıksa, ertesi gün hükümetin kapının önünde olacağından eminim diyebilirim. Böyle saçma bir adımı atan hükümet eğer ertesi gün istifa edecek ciğere sahip değilse, bu “bahsettiğimiz, örnek aldığımız” Avrupa ülkelerinde bir sonraki seçimde sandığa gömülür. Ama bizim ülkemizde böyle aşırı, düşmanca ve kötü niyetli bir yasa çıkınca ne oy azalıyor, ne itibar; çünkü “bunlara” oy verenler bu on küsür yıllık fiyaskodan sonra bile partisine sıkı sıkıya bağlı olabilen insanlar. Her yerdeler, bizim ölmemizi istiyorlar, bizi görmeye bile tahammül edemiyorlar. Bu insanlar bizim eksilen, yok edilen, düşmanca paramparça edilen her insani hakkımızda, her özgürlüğümüzde zil takıp oynuyorlar. Özellikle kendi hayatları üzerinde hiç etkisi olmayan olaylarla ilgili meselelerde.

Başbakan yine çıkıp açıklama yapıyor: şöyle bir nesil istemiyoruz, böyle bir nesil istemiyoruz. Birincisi, sana ne? İkincisi, bana ne? Neden başbakanın kişisel görüşü veya benim oy vermediğim bir partinin zihniyeti beni bağlıyor? İşte bu yüzden diyorum: bu ülkede demokrasi her şeyin Majesteleri Recep Tayyip Erdoğan tarafından belirlendiği yönetim biçimidir, diye. Bundan 70-80 yıl önce de birileri çıkıp halka seslenirdi, mesajlar verirdi, ertesi gün o mesajlar kanun olup çıkardı. Erdoğan ve partisinin yasama ve yürütme adımları o “birileri”ne benziyor. Godwin’s Law’dan hüküm giymek istemediğim için o birilerinin ismini vermiyorum. Herkesin herhangi bir konuda ne yapacağının tek bir insan tarafından belirlendiği bu korkunç ortama nasıl dayanıyorum, şahsen ben de bilmiyorum. Ama bir şekilde buradayız. Yarın öbür gün tutuklanırsak, işkence görürsek, veya direkt öldürülürsek hiç şaşırmayacağım. Lütfen artık “gündem değiştiriyorlar” edebiyatına sarılmayalım, adamlar götümüzdeki donu alsa “gündem değiştiriyorlar” diyeceğiz. Bu değişikliklerin, düzenlemelerin, adımların hepsi gerçek, ve ya şimdi, ya da gelecekte hayata geçirilecekleri ayan beyan ortada. Yani yarın öbür gün bu düzenlemeyi geri çekecek olsalar bile “gündem değiştiriliyyy”ciler sevinmesinler, bugün çıkmasa yarın çıkacak, yarın çıkmasa bir sene, iki sene sonra çıkacak. Hep yazının ortalarında söylediğim şunu hatırlayın: bugün yaşadığımız birçok şey için on sene, beş sene, üç sene önce “gündem değiştiriyorlar” diyorduk. Artık gerçekten şu sözü ulusalcılardan çalıp tüm ezilenlere, dışlananlara, öldürülenlere, sindirilenlere, susturulanlara genellememiz gerekiyor: tehlikenin farkında mısınız?

Sayın AKP’li veya AKP savunucusu arkadaşlarım, sizden de ricam şudur… Hep tekrarlıyorum ama fazla tekrar göz çıkartmaz. Lütfen bir kere olsun bizimle dalga geçmeyin, zekamıza hakaret etmeyin. Bir kere olsun mantıksız ve eksik örneklere sığınmayın. Bir kere olsun iktidarlığınızı bilin ve iktidar gibi cesaretli davranın da, “günahtı, o yüzden yasakladık ve bu konuda hiçbir şey yapamazsın, güç bende artık!” deyin. Artık kimsenin size el kaldıracak mecali kalmadı. Protesto gibi insani bir özgürlüğü bile gerçekleştiremiyor insanlar. Son zamanlarda biber gazı yemeyen gösterici gördünüz mü? Ülkeyle ilgili hangi olay “olay” çıkmadan protesto edilebiliyor? Artık eğildik ve sizi bekliyoruz, fazla acıtmayın lütfen, bir de dürüst olun. Oyumu hiçbir zaman alamayacaksınız, desteğimi hiçbir zaman göremeyeceksiniz, yine de vatandaş olarak azıcık samimiyet göstermenizi hak ettiğimi düşünüyorum.

Bu yazı 24 Mayıs 2013 tarihinde KD Dergi‘de yayınlanmıştır.

Orijinal İçerik


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.