Karman ve Çorman

Birbirinden alakasız birkaç konuya değineceğim. Uzun ve çoğu zaman bağlantısız olacak.

Okan Kavurga arkadaşım, ki kendisi ismini istediğim gibi kullanabileceğimi söyledi ve dolayısıyla istediğiniz gibi fişleyebilirsiniz kendisini (eheh, mi denir soğuk espriye?), geçen gün bana bir mesaj atmış. Böyle, bir soru işareti çakılmış ki kafasının ortasına, sormayın gitsin. Şeyden girmiş konuya, yurtdışında “aaa sen Türk müsün, hiç Türk’e benzemiyorsun” denilince ortaya çıkan tepkilerden. Tabii biz genel olarak ezik bir millet olduğumuz için bir yandan çoğumuz Türklüğümüzle gurur duyarız, diğer yandan ise yine çoğumuz, birisi “aaa sen daha çok İtalyan’a, İspanyol’a benziyorsun” deyince içten içe seviniriz. Okan ise, bana da böyle bir şey söylendi ama ben ne sevindim, ne “ne alakası var” diye triplere girdim dedi bana. Ve sordu: acaba Türk olmak artık sadece Türkiye’de doğmaya mı indirgeniyor, milli kimliğimizi kayıp mı ediyoruz, ve bunun anlamı ne? Yani adam bana kısaca kesköse dedi ve bir sonraki mesaja kadar çok uzaklara gitti.

Benim kendisine cevabım ise çok sert oldu. Şaka şaka, olmadı. Gayet şöyle dedim:

Bir insan, var olduğunu hissetmek için, kendi benliği ve kişiliği dışında ekstradan bir kimliğe, bir unvana vs.ye ihtiyaç duyuyorsa ben o insanın amına koyayım. Yıllardır hepimiz görüyoruz “milli kimlik” üzerinden yapılan şaklabanlıkları, “Türk aile yapısı” üzerinden suratımıza çakılan sansürleri.

Cevabım bu tarz devam etti, tamamen mekanik olmasın diye gerisini buradan kafadan yazayım. Türk aile yapısı meselesi uzun zamandır kafama taktığım bir meseledir, okuyanlarınız bilir. Bu kavram genelde karşımıza “Türk aile yapısına zarar verecek eylemler/unsurlar” kalıbıyla çıkmıştır çoğu zaman. Bu yapı nedense ottan boktan zarar görür. Ve Yusuf Salman da der ki, evladım, sikindirik bir şarkıcı TVde küfür etti diye, Behlül’le Bihter araya yastık koyarak iki üç sevişti diye koskoca Türk aile yapısı bozulabiliyorsa, ben öyle yapının çarkına tüküreyim. Bırakın bozulsun lan. Bu tür toplumsal tabu ve kalıpların da zaten kendi başına adam olamamış ezik insanlar tarafından inşa edildiklerini fark edemiyorsanız, şu an ya çok yanlış bir adamın yazısını okuyorsunuz, ya da tam da adamının yazısını okuyorsunuz. Dikkatli okuyun.

Milli bilinç denilen şey, milli bilinçleri olmadan adam gibi kurallarla dolu bir ülkeyi ayakta tutamayan insanlar içindir. Tüm dünyada birçok geri zekâlı insan vardır. Ve bu geri zekâlı insanlar yazılı kuralları pek takmazlar. Yani adama beş yüz kere “o elindeki parayı yırtarsan tüm ülke ekonomisine bir maliyeti olur, dönüp dolaşıp sana gelir” desen bile umurunda olmaz. O yüzden “Türk parasını yırtamazsın!” diye çemkirmen gerekir. Bu bu kadar da basit değil ama ilk etapta ancak böyle açıklanabilir. Ve hem geri zekâlılar ileri zekâlılardan çok oldukları için, hem de ortalama insanlar kararsız ve ezik kaldıkları için bir şekilde geri zekâlıların sistemi hayat içinde oturur. O toplumun içinde yaşayabilmek için -stratejik olarak- o sistemi kabullenmek ve ona sımsıkı, delicesine bağlanmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu durum mesela bana da ayrıca “milli bilince sahip herkes geri zekâlı değildir yani” diyerek kıvırma imkanı sağlar, ki bu başka bir konu.

Milli bilinç lokal olarak çok güçlü bir yapıştırıcıdır, ama büyük parçalara uygulandığı zaman mekanik aksama zarar verir. Yani insanlar kendi milli kimliklerine ve bilinçlerine ne kadar yakınlaşırlarsa, başka milli kimlik ve bilinçlere o kadar uzaklaşırlar. Dolayısıyla ortada ne samimiyet, ne dostluk, ne empati kalır. Ve sebepsiz bir nefret ortaya çıkar. Bu insan denilen hayvan oğlu hayvanın doğasında vardır. Ortalama bir adama böyle şartlar sunarsan er ya da geç bu sonuçları alırsın. İnsanoğlunun içindeki hayvan oğlu hayvanlıktan kaynaklanan bu akrabalığın çok matah bir şey olduğunu sanma, kökene ve fiziksel aidiyete değer verme saçmalığı tüm toplumların gelişimlerini engeller. Daha doğru bir tabirle, toplumLAR olur ortada, küçük küçük toplumlar. Üstelik koskocaman, tek parça kalması gereken bir toplum varken ortada. İnsan topluma sadece kendi bencil ihtiyaçlarını karşılamak için gerek duyar, ama bunu kabullenemez. Herkesin bunu yaptığını ise hiç kabullenemez ve topluma kendini borçlu hisseder. Bu borcunu da “milli bilinç, vs.” adı altında ödemeye çalışır. Türkiye’ye sadece bir günlüğüne, istemeye istemeye gelmiş ve hiçbir kişisel fayda sağlayamamış bir insan için “ben bu vatan için ölürüm” diye bağırmak düşünülemez, saçmadır.

Her neyse, milli bilince sahip olabiliriz veya olmayabiliriz. Bu sahip olmanın veya olmamanın neden kaynaklandığı ve bizi nereye götüreceğidir önemli olan. O yüzden direkt primitif kaygılarla ana başlıklara saldırmamak, anlamaya çalışmak gerekir. Ve Okan’a verdiğim cevabın son cümlesini de hatırladığım kadarıyla yazayım buraya: Türk olmak, evet, sadece Türkiye’de doğmaya indirgeniyor yavaş yavaş, ve öyle olmalı.

****

Çok alakasız bir geçiş olacak, sakin olun. Ulusalcılık, liberallik, vs. gibi konular özellikle referandum boku  başımıza çıktığından beri gırla gidiyor. Ulusalcılık belki de en çok eleştirdiğim siyasi akımdır. Ama ulusalcılığa karşı çıkan, beğenmeyen aydınlarımız sağ olsunlar, abardıkça abarıyor. Bakıyorum özellikle Reşat Çalışlar, Yıldıray Oğur gibi kişilere, oldukça samimiyetsiz, artist ve itici kişiler. Yani ortalama kararsız bir insanın bunları okuyup, dinleyip de ulusalcı olmaması mümkün değil. Özellikle yukarıda saydığım iki isimden biri sosyal medyada “beyaz Türk”, “elit” gibi kavramları kullanmayı çok seviyor. Ama bunları öyle bir tarzda açıklıyor ki, Beyaz Türk’ün de, elitistin de kendisi olduğundan başka bir sonuç çıkartmak oldukça zor. Neyse…

Sonuç olarak, her şey tersiyle var olur. Mesela birçok insanın referandumda hayır diyecek olmasının sebebi “sevap işliyoruz” ayağına kurulan iftar çadırlarında yemeğin yanında evet broşürleri dağıtılması, evet standları kurulmasıdır. Hem insanların maddi durumları ve ihtiyaçlarının, hem de inançlarının kullanıldığı bu saçmalığı “hayırcılar” yapsa yer yerinden oynardı. Ki yaptırmazlar da. Yaptırmıyorlar da, iftar çadırını geçtim, orada propaganda yapmak şerefsizlik, terbiyesizliktir, ama adamlar normal propaganda bile yaptırmıyorlar. Başbakanın geçeceği yerlerdeki hayır afişleri “yolu kapatıyor” gerekçesiyle kaldırılıyor, İETT otobüsleri normal güzergahlarından evet mitinglerinin yapıldığı yerlere yönlendiriliyor, vatandaşın haberi bile yok, mağdur oluyor. Ki haberi olsa bile halkın kullandığı otobüsün o şekilde ele geçirilmesini haklı çıkartacak bir şey yok ortada… CHP’nin durumu içler acısı. Kılıçdaroğlu büyük gazla geldi ama, Baykal gibi “hep laf” çıkarak büyük bir hayal kırıklığı oldu her yerde. Adam gibi bir CHP görecektik hani? Kılıçdaroğlu kaçamak konuşuyor, ve samimiyetsiz olmakla kalmıyor, samimiyetsizliğini saklayamıyor bile.

Neyse sonuç olarak, evetçilerin bir kısmını tenzih ederim, ama AKP cephesi ve özellikle insan öldüren örgütleri destekleyen namıssızlar “evet” konusunda çok saldırganlar, ve bu durum da halkı büyük ölçüde “hayır”a yönlendiriyor. Hem “hayır”cılara doğrudan veya dolaylı yapılan müdahaleler, hem de Ahmet Hakan’ın son zamanlardaki yazılarında kullandığı tabirle “MÜTECAVİZ” afişler oldukça itici. Kararsız bir insan düşünün, bu adam önünden geçtiği her durakta/bilboardda 10 tane afiş görsün. Bunlardan iki tanesi alakasız reklamsa, iki tanesi “hayır” afişi oluyor, altı tanesi ise “evet” afişi. Hangisinden bir süre sonra nefret etmeye başlar? Evet afişinden tabii. Benim kanım ise, şu durumda bile sağlam bir farkla “evet” çıkacağı. Maalesef…

****

Daha da alakasız olmak gerekirse, sosyal medyanın kalbine ineceğim. Bir çete keşfettim, adlarını buraya yazıp onlar kadar çirkinleşmeyeceğim. Bu çetenin çalışma biçiminin tahmin ettiğimden farklı olduğunu söyleyen bir arkadaşım vardı ama tüm ısrarlarıma rağmen anlatmadı. Ben kendi teorimle gideceğim. Bunlar rastgele insanları takip ediyorlar, bazen size bir şeyler yazıyorlar, falan, filan… Böyle böyle belki onlarca, yüzlerce insanı varlıklarından haberdar ediyorlar. Sonra bu insanlar çete üyelerini takip etmeye başlıyorlar, aaa fena da yazmıyor hani diye. Ki zaten çete üyelerinin hepsi 1500-2000 tane takipçisi olan insanlar. Birkaç gün boyunca bu çete üyelerinin diğer üyeleri #ff’lediğini (takip edilmesi için tavsiye etmek diyelim bilmeyenler için)  gören insanlar, alla alla bunlar da kim diyor. On kişi paylaşılıyorsa, en az ikisine üçüne bakıyorlar. Aaa bunlar da çok kişinin takip ettiği insanlar, demek ki takip etmeye değerler deniyor.

Yani kısacası insan psikolojisi gereği kurbanlar bu çeteden en az birkaç kişiyi takip ediyorlar. Sonra çete üyeleri nasıl olsa bu kurbanlar ceplerinde oldukları için onları takip etmekten vazgeçiyorlar. Yani “unfollow” diye bir yere tıklıyorlar. Sonuç olarak ne oluyor? Bu durumu fark etmeyenlerin izlediği onlarca “çoğu bir boka yaramaz”, 1500-2500 takipçili, ama çok mükemel insanlar oldukları için en fazla 50-60 kişiyi takip eden ezik twitter ünlüsü çıkıyor. Bunların en önemli özellikleri şu: taklit. Taklit dediğimiz olay profil tarzında ortaya çıkıyor. En güzel örneğini “Her Boku Bilen Adam”da görürüz mesela. Yüzünü, adını göstermez, zaman zaman çeşitli insanlarla özdeşleşir blogunda veya Twitter’da. Bunlardan en çok kullandığı ise Dr. House karakteridir. Neyse HBBA bayağı iyi bir yazardır, onun ismini sadece örnek olarak kullandım burada, yanlış anlaşılmasın.

Bahsi geçen insancıkların çoğu ya HBBA, ya Pucca özentisi bir biçimde (ki Pucca başarısız bir sosyoloji tezi konusu olacak kadar ezik bir karakterken… HBBA’yı tekrar tenzih ederim) ünlü bir sanatçının resmini-ismini kullanarak, veya çeşitli popüler kültür karman-çormanları yaratarak, biraz da yukarıda bahsettiğim yönteme başvurarak isimlerini duyururlar. Sözde gizemli insanlardır, ama bunu Salinger, Trevanian vs. gibi insanlar yaptıktan sonra artık modası geçmiştir tabii… Bahsi geçen kişilerin takipçileri 1500′ü, 2000′i aşar ve gerçek isimlerini görürüz.  Atıyorum, candygirl88 artık Şaziye Budak olmuştur. Nicki kalır, ama üstünde gerçek ismi de yazar. Mümkünse facebook sayfasına link verilir. Pipimdeboncukvar kişisi artık Aykut Hamdigil olmuştur mesela, kızlara selam edilir.

Tebrikler arkadaşlar, tamam çok çok çok zamanım vardı, hiçbir işim de yoktu başka ama benim bu kadar zamanımı size ayırmamı bile sağladınız ya, artık çok önemli, çok ünlü insanlarsınız, kına yakın götünüze. Twitter sayfanın linkini sağda solda verirsin, takip etmek isteyen eder, istemeyen etmez. Görmezlerse diye gerekirse bir iki kere daha verirsin. Ama sırf birkaç kişi daha kazanacaksın diye, takipçilerin takip ettiklerinden daha fazla olunca kendini önemli ve ünlü zannedip, gidip içeride götünü parmaklayıp bir hoş olacaksın diye bu kadar maymunluğa, ezikliğe de gerek yok. Böyle bir Recep Bülbülses pişkinliği görmedim lan. O kadar meraklıysan internette ünlü olmaya, git burnuna bir halata bağlı bir halka tak, ayı gibi oyna ve youtube’a koy. Bu birinci sosyal medya saçmalığıydı. İkincisi yobicanlar. Onlardan daha kısa bahsedeceğim.

Ne zaman siyasi bir şey yazsam, dinle ilgili bir şey yazsam. Listemden beş on kişi eksiliyor. Hani bir arkadaşım bir şey dedi bugün, çok şey yazıyorsun, ve çok alakasız şeyler yazıyorsun, sinir yapıyorsun dedi. Beni unfollow eyleyebileceğini söyledi. Şöyle deyin, ciğerimi yiyin, ve mümkünse unfollow edin de zaten. Zira takipçi sayısı kasmıyorum, tipleme değil gerçek bir insanım ve aklıma o an ne geldiyse ondan bahsediyorum. Sizin şaklabanınız mıyım lan ben? Sizi memnun etmek zorunda mıyım? Ama sırf siyasi görüşümden ve/veya dini inancımdan dolayı beni sevmeyecekseniz size iyi bir haberim var: sikimde değil. Bu kadar yazı bile fazla size, sırf aklımın ucundan geçtiği için yazıyorum.

****

Asıl mesele tanıdığım ve garip-saçma bulmama rağmen sevdiğim bir arkadaşımla girdiğim tartışmayla ilgili. Hep söylerim, kimse kimsenin görüşlerine, fikirlerine, inançlarına saygı duymak zorunda değil. İnsanlık açısından gereken o kişilerin o görüşlere, fikirlere, inançlara sahip olma hakkına saygı duymaktır. Ama dünya üzerindeki milyonlarca da değil, milyarlarca mal bunu yanlış anlamıştır. “Sen benim dinime saygı duy”. E amına koduuum, bana göre var olmayan, saçma salak olan bir şeye niye saygı duyayım? Saygı duyulması gereken şey görüşlerin, inançların, fikirlerin kendileri değil, insanların onlara sahip olma haklarıdır. Yoksa çok salak bir dünyada yaşamak için uğraşıyor olurduk.

Berat’la tartıştığım konu da şuydu. Ben normalde Sarıyer’de yaşıyorum.  Tatilde, bayramda, seyranda ailemin yanına, Kartal’a geliyorum. Ve evimizin tam arkasındaki sokakta bir cami var. Ki bu cami Anadolu yakasının en büyük ikinci camisi mi, üçüncü camisi mi öyle bir şey. Ve korkunç bir ses verebiliyor hoparlörlerinden. Ezan alışılmış faşizmdir derim, geçerim, fazla takmam. Ama burada “sokağın aşağısına düz lise yapacaklar, sokağımızda kızlarla erkekler öpüşecek” diye mahalleyi ayağa kaldırabilecek kadar yobaz orospu çocukları da yaşıyor mesela… Ortamı gözünüzde canlandırın diye söylüyorum. Neyse, ezan meselesi alışılmış, yapılacak bir şey yok halkın tepkisi de düşünüldüğünde. Ama inançsız insanları da geçtim, inançlı insanları bile çileden çıkartabilecek bir olay var. Caminin içinde okunan duanın, surenin yine son sesle dışarı verilmesi. Bununla ilgili tartışmada da sabah namazı örneği verdim. Cami aşağı yukarı 1500 kişilik falan, ama sabah namazına en fazla 20 kişi gidiyor. Ve öyle dört rekat kılınıp geçilmez ortalama bir camide sabah namazı. Bu cemaat uzun uzadıya Kuran da okur, vs… 20 kişinin katıldığı namazın yayını, çevrede yaşayan yaklaşık 20 bin kişiye yapılır. Bakın, tekrar söylüyorum, ezanı geçtim, cami içinde ezan dışında okunan dua ve sureler diyorum.

Bu durumda, dediğim gibi inançsız insanların rahatsız olabileceğini tahmin edebiliyorsunuz. Ama şöyle söyleyim, konuştuğum, yorumlarını aldığım inançlı insanlar da rahatsız olduklarını, durumu birebir yaşamamış olan inançlı insanların bazıları da böyle bir durumda kalırlarsa rahatsız olacaklarını söylüyorlar. Ki herkes kendi inancını yaşama hakkına saygı duyulmasını istiyor, ama kimse çıkıp da ben bunu başkalarının inancına ve yaşantısına zarar vermeden, kendi inancımı onların zorla gözüne gözüne sokmadan da yaşayabilirim demiyor. Yani mesela şöyle bir sistem olsa, dandik küçük radyolar olsa, isteyen bir lira / iki lira verse ve alsa, sadece inanan kişilerin evinde ezan okunsa, koca İslam dini ne kaybeder? Yani bir adam diyelim ki nasıl olsa namaz kılmayacak, camiye gitmeyi ise hiç mi hiç düşünmüyor. E neden o adam sabahın, hatta gecenin köründe eviyle cami arasında sadece 50 metre olması yetmiyormuş gibi, iyice, ama iyi iyi iyiiii iyiceeeee abartılmış ses sisteminden çıkan, ve kendisi için bir şey ifade etmeyen korkunç bir sesle, panikleyerek uyanmak zorunda bırakılıyor? Bunun bizim ülkemizde bir kültür öğesi olarak yerleştiğini ve insanlara moral verdiğini falan iddia edecek olanlar varsa yazının tepesine doğru siktirip gitsinler, her şeyi tekrar tekrar okuyup sonra buraya kadar gelsinler.

Namaz kılan adam aşağı yukarı biliyordur vakitlerini, ki takip edemiyorsa da saatini kurar, hatırlar. Ezan sadece “bak bu ülkede o kadar baskın bir dini inanca sahipsin ki, bunu zorla insanların gözüne sokabiliyorsun ve hala sana kimse bir şey diyemiyor, mutlu olmaya devam et küçük faşist” hatırlatmasıdır. Yazının burasında çok alakasız gibi gözükecek ama tam da durumun üzerine cuk diye oturacak bir açıklama da yapayım. Şu an havuzlu villasında arkadaşlarıyla parti yapan çılgın genç, o müziğin sesini başkalarını rahatsız edecek şekilde açtığın sürece sen de kocaman bir orospu çocuğusun. Burada mesele dini inanç meselesi değil, karşılıklı anlayış meselesi. Ama maalesef başka din mensubundan veya inanmayandan müslümana yönelen bir anlayış KESİNLİKLE GEREKLİ iken, diğer yön hep unutuluyor. Gerekçe olarak da “bu ülkenin %99′u Müslüman” deniyor. Ben de diyorum ki, ulan ben etrafıma bakıyorum, acaba farklı bir ülkede mi yaşıyorum. Yoksa  bu %1 tamamen benim yaşadığım alanlarda mı kümelenmiş diyorum. Bir kere bu ülkenin %99′u Müslüman falan değil, saçmalamayın. Bir çok insan değiştirmeye üşendiğinden, veya faşist halk ve yöneticiler yüzünden değiştirmeye korktuğundan, şu anki siyasi ve toplumsal durumdan dolayı başına bir şey gelebileceğini, farklı muamele görebileceğini düşündüğünden, nüfus cüzdanlarının din hanesinde İslam yazıyor. Yoksa bu %99′un içinde önemli bir oranda hiç inanmayan var, sorgulamayan var, inanan ama inancın gereklerini yerine getirmeyen, yani dolayısıyla o camiyi, o ezanı, ve başka imkanları hiç kullanmayan var.

İki cümleyle bitireyim, birisi soru. Hadi diyelim bu ülkenin %99′u eşcinsel, sen gidip kendine hemen bir erkek partner bulmak zorunda mısın? Aynı şekilde gerçekten bu ülkenin %99′u müslüman olsa bile, aradaki farkın büyüklüğü 99′a 1′i ezme, sindirme hakkı vermez.

Not: Yobicanların -haksız olarak da olsa- rahatsız olacağı bir örnek vermek istedim, ne demek istediğimi kalın kafalarına soksunlar diye. Yoksa ne Müslümanlarla eşcinseller arasında bir karşılaştırma var (elmalar ile armutlar çünkü), ne de eşcinselliğin kötü olduğuna dair bir fikir var. Siz de bunu hatırlayın ve insanlara insan oldukları için iyi davranın. Kafa sikmeye, ayrım yapmaya hiç gerek yok.

****

Dediğim gibi çok uzun ve konu başlıkları olarak birbirinden alakasız şeylerin toplandığı bir yazı oldu. Tekrar okuyup editlersem samimiyetimi kaybederim, o yüzden hiç dokunmuyorum. Umarım buraya kadar okumaya zahmet etmişsinizdir, uzunluktan kaynaklanan yazım hataları affola.

Yus.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.